Yemekli Siyaset Yazısı

"AKP'yi yiyen kazanır", 2002 Kasım seçimlerinden sonraki dönemi iyi açıklıyordu. Bu değerlendirmeyi zaman zaman bizler de yaptık, AKP'nin birçok nedenle sermaye egemenliğinin kritik halkası olduğunu vurguladık. Siyasi mücadelenin merkez konusu AKP olacaktı, işçi sınıfı açısından da bu geçerliydi. AKP'yi, onu "yeme" hakkı daha fazla olanlar başkalarına bırakmamalıydı.

Yaklaşım kesinlikle ve hemen herkes açısından doğruydu. Kendi cephemizden, AKP hükümetini "en"li bir biçimde tanımlıyorduk. En gerici, en işbirlikçi, en Amerikancı, en piyasacı ya da bizzat bu partinin kendisine yakıştırdığı ifadeyle en tüccar...

"En"lerde bir abartı yoktu, "en"lerin diğer düzen partilerini "eh"li bir biçimde aklamak anlamına gelmediği de açıktı. Ancak açık olan bir diğer şey, hiçbir şeyin olduğu yerde durmayacağıydı...

AKP değişmedi elbette. Bununla birlikte, AKP "en" olmayı zorlayıp bunu becerdikçe Türkiye'nin siyasal dengelerini de değişime uğrattı. Sistem gericilik, işbirlikçilik, Amerikancılık ve piyasacılık üzerine kurulduğu için, "yönetmek" ya da iktidar olmak bütün bu sıfatlarda öne geçmeyi gerektiriyordu. AKP'nin "en"lemesi, diğer aktörlerin de kendilerine çeki düzen vermesine ve kendi mevcut sınırlarını bir kez daha gözden geçirmesine neden oldu.

CHP'nin geçmiş performansına da bir şey demiyorum, tabanındaki kandırılmışlar bir kenara, bu partinin ilerici, bağımsızlıkçı, toplumcu ve de kamucu bir kimliği hiç olmadı. Alt tarafı sistemin bel kemiği olan bir burjuva partisi... Bununla birlikte, AKP "en" dedikçe, Baykal'dan "ben" sesleri gelmeye başladı... Şu sıralar "askeri darbe" çağrısı yaptığı için unutulmuş olabilir ama AKP'nin hükümet olması ile birlikte, CHP siyasi islamla ilişkisini hızla gözden geçirdi, yani "ben de gericiyim" demeye başladı, tezkere krizinden sonra ama özellikle yakın zamanlarda Washington'a "ben de Amerikancıyım" serzenişinde bulundu, AKP'nin emeğe ve kamu kaynaklarına dönük saldırılarının biçimsel yanları ile uğraşıp işin özünün perdelenmesine yardımcı oldu, "ben" demiş oldu, "en piyasacıyım, hem de çağdaşım"!

Lakin gözünü en fazla karartan Genelkurmay'dı. Zaten holdingleri mevcut, piyasanın "en" bi şeylerinden... Gericilik konusu uzun mesele, orada tarihsel, kurumsal ve araçsal mekanizmalar var, bunları bu yazıda pas geçecek olursak, askerin asıl ve "en" hamlesi Amerikancılık konusunda geldi. Yıllardır bütün yakın ilişkilere karşın ABD'nin bölgesel açılımlarında "çekingen" davranan, Birinci Irak saldırısında ayak direyen, donanmayı Gölcük'ten Akdeniz'e çıkarmak konusunda bile bin bir dereden su getirip, depremin şiddetiyle kısmen tebdili mekana izin veren, yakın geçmişte helikopterden PKK'ye malzeme atılması ve çuval vakası gibi meselelerin de katkısıyla kendi içinde "asıl düşman ABD'dir" söyleminin yayılmasına göz yuman kurum, ABD'yi AKP'den kapmışa benziyor.

Şimdilerde "atışma"dan başka bir şeye benzemeyen TSK hükümet ilişkileri, bundan iki yıl kadar önce en yetkili ağızdan "şiir gibi"yle açıklanabiliyorsa, Genelkurmay'ın ABD ile olan ilişkisinde destansı bir yan neden olmasın?

Otoritenin kaynağı orasıysa, otorite olmak isteyen "en Amerikancı" olacak, eli mahkum.

İşte bu koşullarda, sol açısından "AKP'yi yemek" eski önemini yitirmiş oldu. AKP karşıtlığından, bu parti ve onun zihniyetinin toplumsal ağırlığını yitirmesi için siyasi ve ideolojik mücadeleden hiç vazgeçmeksizin, siyasi mesainin ekseninde bazı düzenlemeler yapmak zorunlu hale geldi.

AKP ile mücadele yine başkalarına bırakılmamalı ama bu defa, "en anti-AKP'ci benim"e oynayarak değil, başka bir takım aktörleri AKP ile mücadele edemez hale getirerek...

Piyasacıların, Amerikancıların AKP'ye söyleyecek tek bir sözleri yok! Bu kadar basit... Merkezde bu durmalı.

Eğer sol, bu merkezde tutunmayı becerirse, AKP'yi yemek olmasa bile, hazmetmek birileri için zorlaşacak, Erdoğan ve arkadaşları sistemin midesine oturacaktır.

Öbür türlü, dikkat edilmezse, sol kurtlar sofrasının mezesi olmaktan kurtulamaz...