Uluslar ve sınıflar...

Kemal Okuyan'ın "Uluslar ve sınıflar..." başlıklı yazısı 02 Şubat 2013 Cumartesi tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

soL’da iki gündür, Ankara Temsilcimiz’in son bir haftanın en çok tartışılan isimlerinden Birgül Ayman Güler’le yaptığı görüşme yayımlanıyor. “Faşist”, “ırkçı” gibi nitelemelere maruz kalan ve kendisi de “faşist” bir kampanyayla karşı karşıya olduğunu söyleyen bir akademisyen-siyasetçinin ne demek istediğini ayrıntısıyla öğrenmiş olduk.

Daha önce yazdım, Birgül Hanım’ın hem TBMM’de yapmış olduğu konuşma hem daha sonraki açıklamaları “çıkmaz yol”da ısrar anlamına geliyor. Kendisine dönük suçlama yöneltenlerin önemli bir bölümü de benzer bir “çıkmaz”ın içinde dolanıyorlar.

Zaten milliyetçiliğin “çıkmaz sokak” olduğu her gün yeniden kanıtlanıyor.

Öncelikle Birgül Ayman Güler’in kullandığı kavram setine ayrıntı sayılamayacak itirazlarım var. Ancak kavramsal bir tartışmanın yeri burası olmadığı gibi, bütünüyle siyaset zeminine çekilmiş bir olguyla karşı karşıya bulunduğumuzu unutmamamız gerekiyor.

Türk uluslaşmasından ve bunun hem sonucu hem hızlandırıcısı olan bir ulus devletten söz ediyoruz. Her uluslaşma sürecinde olduğu gibi, bu örnekte de kapsama ve dışlama diyalektiği ile karşılaşıyoruz. Farklı etnik kökenden gelerek Türk uluslaşmasına kuvvet veren topluluklar Birgül Ayman Güler’i doğrulamaktadır elbette. Zaten hiçbir uluslaşma süreci etnik anlamda homojen değildir, bu uluslaşmanın tarihsel mantığına da aykırıdır. Ulus, tek başına, hatta temel olarak etnik referanslarla tanımlanamaz.

Öte yandan Tük uluslaşması, geciktiği ve çok zor bir konjonktüre sıkıştırıldığı oranda birçok yönden zorlanmış ve çözemeyeceği sorunlarla baş başa kalmıştır.
20. yüzyıla girerken Anadolu coğrafyasında Türk uluslaşmasının kapsayamayacağı ağırlıklı unsurlar bellidir. Ermeniler, Rumlar ve Kürtler.

Savaşlar, mübadeleler, tehcir, kıyıcılık… Coğrafyamızın Ermeniler ve Rumlardan arındırıldığı açık. Kürtlerin durumu ise farklı. Kürtler bir yandan ortaya çıkan demografik boşluğu doldururken diğer yandan da yaşanan uluslaşma süreci açısından “sorun” olma özelliğini koruyan tek unsur haline geliverdi.

Bu sorunun çözümü var mıydı?

Soruya bugüne yanıt aramak ne kadar doğru bilmiyorum. Ancak şu söylenebilir: Yalnızca halkçı bir iktidar, Kürt sorununu yaşanan uluslaşma sürecinin karşısına koymadan çözebilirdi. Farklı bir dilden, farklı bir kültürden korkmamanın yolu, halktan korkmamaktır.

Türkiye Cumhuriyeti, uzun sayılmayacak bir süre içinde Kürtler bir yana, genel olarak “vatandaşı”na yoksulluk ve acı dışında bir şey sunamaz hale geldi. Özgürlüklerin kısıtlanması, sola düşmanlık, işbirlikçilik, ABD uşaklığı, faşizm, gericilik… Bunlar bugünün değil, geniş bir zaman diliminin gerçeğidir.

Bu gerçek, Kürt sorununun kangrenleşme nedenidir de.

Bu anlamda Birgül Hanım’ın saati 1920’lerde durmuştur. Oysa sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin bir öyküsü ve geldiği bir nokta vardır. Ve, Kürtler de özellikle son 30 yılda bambaşka bir noktaya gelmiştir.

Bunları nasıl yok sayacaksınız?

Bugün bir Kürt çıksa “dağdan gelip, bağdakini kovmaya kalkmayın, haddinizi bilin” türünden tuhaflıklar yerine, “bizi eşit bir unsur olarak kabul etmediğiniz ulus devletinizin hali ortada, mecbur muyuz bu gerici, karanlık tabloya mahkum olmaya” diye çıkışsa, buna kim ne diyebilir ki?

1920’lere dönerek hiçbir şey çözülemez, dahası 1920’lere zaten dönülemez.

Peki ne olacak?

Şıklar belli...

90 küsur yılda etnik referanslarından kurtulamayan Türk kimliğinin toparlayıcılığında ısrar edilecek. Birgül Ayman Güler’in önerdiği bu.

Türkiye etnik kimliklerin birbirlerinin varlığını tanıması üzerine kurulu bir yeniden yapılanmaya gidecek, ulus devlet yerine gevşetilmiş bir idari yapı çıkacak. Kimilerine göre din, kimilerine göre piyasa tutkal görevi üstlenecek. Liberal model bu.

İkincisinin arkasında emperyalistlerin de durduğu doğrusu, ilk modeli haklı çıkarmıyor. İkincisini zorlamanın bu coğrafyayı kanlı ve sonu belirsiz bir karmaşaya sürükleyebileceği olasılığı da…

İkisi de kimliklerin dayatılmasıdır. İkisi de milliyetçiliği veri alır, milliyetçiliği besler.

Başka yol var mı?

Sol, bu belirgin iki yolun hangisini destekleyeceğine karar vermekle uğraşmak yerine, parametreleri değiştirecek zorlu bir uğraşa yönelmeli. Değişmesi gereken, etnik referansların belirleyiciliğidir. Siyaset alanı, bırakın milliyetçilik kokan açıklamaları, Türk-Kürt kardeşliği üzerine sarf edilen her cümlenin bile dostluktan çok düşmanlık ürettiği bir zemine taşınmıştır. Yakında insanlar “bana nasıl kardeş dersin ulan” diye birbinin yakasına yapışmaya başlayacaktır.

Farklı etnik kökenlerin eşit ve kardeşçe yaşaması, bütün sınıfları kesen bir “mutluluk tablosu” olamaz. Sömürü belasından kurtuluşuna dek, insanlığın üst kimliği “ulus” değil “sınıf”tır. Etnik farklılıklardan korkmamayı, onlar arasında eşitlik kurmayı da ancak sınıf temelinde becerebilirsiniz.

Gerisi hikayedir. “Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir”le başlarsınız, “dağdan gelip bağdakini kovmak”la devam edersiniz! Nasılsa bu ülkede Sırrı Sakık’a “dağdakileri, bağdakileri karıştırmasanız sizin için daha iyi olur” diyecek pek Ermeni kalmamıştır.

Tekrar olacak… Bugünkü sınıf dengeleriyle, solun bugünkü ağırlığıyla, Türkiye her durumda kıyamete doğru yol almaktadır. Milliyetçiliklerin sola dayattığı iki seçenek, sıtma filan değil, bu coğrafyada insanlığın ölümüdür.