Sınıfa karşı sınıf!

Ne günlere kaldık, 1 Mayıs'ın işçi sınıfına mı, AKP'ye mi yazdığını tartışıyoruz!

Şaşırtıcı değil, geçtiğimiz hafta Taksim'de "bölünmüş" bir miting gerçekleşeceğini söylemiş, sermayenin alana damga vurmasının önüne geçilmesi gerektiğini vurgulamıştık.

Sınıf mücadelesi, ideolojiler savaşı Taksim'de düğümlenecekti başka hiçbir yerde hükümetin ve yandaş eğilimlerin böylesi bir iddiası yoktu.

Sonuçta AKP'nin 1 Mayıs operasyonu "gizli" AKP'liler ne derse desin başarısız olmuştur.

Bizim cephemizde ise "başarı" nitelemesini hak etmek için süreklilik gerekiyor. 1 Mayıs'ı sermayeye kaptırmadık diye zafer çığlıkları atacak değiliz. Onlar iktidarda, buna karşılık işçi sınıfı yeni yeni kendine geliyor. Sol varlığını hissettirmeye başladı belki ama bir iktidar seçeneği olarak ağırlığını henüz koyabilmiş değil.

Dahası TEKEL direnişi, Anayasa değişikliği, 26 Mayıs ve yaklaşmakta olan genel seçimler gibi başlıklarda kafayı dik tutup belli mevziler kazanmayan bir solun 1 Mayıs'ta yalnızca kendi kalesini korumakla yetindiği ortaya çıkacaktır.

Bu bağlamda 1 Mayıs'ın ayrıştırıcı özelliklerinden yararlanıp, verdiği morali gerçek bir enerjiye dönüştürüp kollar sıvanmalıdır.

AKP'nin temsil ettiği zihniyetin AKP'den ibaret olmadığını, Türkiye'nin bir dönüşüm sürecine sokulduğunu, bu dönüşüm sürecinin aynı zamanda bütün burjuva aktörleri de dönüştürdüğünü, dönüşmeyenlerin ıskartaya çıkarıldığını, düzen içi mekanizmalarla AKP'nin zayıflatılması ya da düşürülmesinin emekçi sınıflara hiçbir hayrının dokunmayacağını daha önce yazmıştım.

Anayasa değişiklik paketinin Meclis'te oylanması sırasında ortaya çıkan görüntüler düzen cephesinde olup bitenlerin Türkiye'nin kaderini etkileme açısından önem yitirmeye başladığının kanıtıdır. Maddelerden birinin düşmesinin ardından muhalefet parti vekillerinin "milli kurtuluş" ilan ederek birbirlerini kucaklaması, AKP'li Burhan Kuzu'nun "yılgınlık yok direniş var" diye slogan atmaya başlaması, Ufuk Uras'ın belki de bu sloganı duyarak telaş içinde AKP'ye "tüm sosyalistler adına" desteğini sunması, sonraki maddelerin geçmesi üzerine hükümet partisinin yöneticilerinin gözyaşlarını tutamaması, ülkemizin sokulduğu rotayı değiştirme ya da etkileme yeteneğini yitirmiş değersizleşen aktörlerin yarattığı görüntü kirliliğinden ibarettir.

Burjuvazinin tercihi emekçi sınıfların doğrudan ya da dolaylı tarihsel kazanımlarının bütünüyle tasfiye edildiği bir Türkiye'dir. Düzen içindeki hesaplaşma ya da kilitlenme, ne diyecekseniz deyin, bunu değiştirmeyecektir.

Gericileşme ve bağımlılığın güçlendirilmesi, özelleştirme süreci ile, işçi ücretlerinin geriletilmesi ile, esnek üretim faşizmi ile yakından alakalıdır.

Yunanistan'da somut kazanımlarına el uzatılan işçi sınıfının çok sert bir direniş göstermesinin nedeni yalnızca bu ülkede sınıf hareketinin geleneksel diriliği değil, sermaye sınıfının bu saldırılara ideolojik destek sunamaması ve tarihsel referanslara dokunamamasıdır da.

Türkiye'de 12 Eylül'ün uzantısı "liberal" siyasetler geniş yığınların gözünü kör eden toplumsal girdilerde bulundular. Özal-Çiller-Erdoğan çizgisi ve bu çizgiye yumuşak geçişte yardımcı olan Demirel-Ecevit ikilisi sermaye sınıfının eşsiz kârlar elde ettiği gericileşme-bağımlılık denklemine yoksul kitlelerden "onay" gelmesini sağladılar.

Görevlerini yaptılar.

Şimdi sermaye sınıfının 30 yıllık büyük operasyonuna karşı sınıfsal bir meydan okuma gerekiyor. Sonuçlar ortada felaket, çöküş, yıkım, saldırı, hesaplaşma neyle kodlarsanız kodlayın, Türkiye emek ile sermaye arasında giderek yükselecek bir kavgaya tanık olacak.

Emekçi kitlelerin mücadelesi yükseldikçe düzen içi dengelerin ürettiği kire kurban giden önemli hesaplaşma başlıkları bambaşka bir mecrada akmaya başlayacak.

Sermaye sınıfı ve emperyalizm kaybedecek, aynı anlama gelmek üzere gericilik ve işbirlikçilik de kaybedecek.

Bir başka ifadeyle, işçi sınıfı, yurtseverlik ve aydınlanmacılıkla kazanacak!

Sınıfa karşı sınıf!

Gerici ve işbirlikçi bir sınıfa karşı sınıf!