Şeytanla işimiz olmaz bizim

Demek ki neymiş, roller değişebiliyormuş. Değişmeyen, değişemeyen ise meselenin özüymüş.

Yeni bir yıl başlarken Tayyip Erdoğan ile güçlü emperyalist merkezler arasında çelişki ve kavga olamayacağı tezi de tamamen çöküyor.

Emperyalizm, düzen siyasetinde içi boş bir kodlamadır; işler yolundayken “batı dünyası”, “müttefikler”, “stratejik ortaklarımız” tercih edilir. Arada dış düşman gereksinimini karşılamak, milliyetçi duyguları hafiften gıdıklamak için “emperyalist” nitelemesi yardıma çağrılır. Böylesi anlarda bir yandan alabildiğine somuttur “emperyalizm”, kastedilen İsviçre ya da Portekiz değil; ABD, Fransa, Almanya gibi “elebaşları”dır. Türkiye’yi bölmek, yıkmak, çelmelemek, kıskanmak, çekememek, karıştırmak gibi edimlerin hemen hepsi onların işidir. Somut ötesi! Lakin aynı anda bu devletlerin desteğini almak, onlarla siyasi ve ekonomik ortaklıklar kurmak için yanıp tutuşulduğu için “emperyalizm” aynı zamanda alabildiğine soyut bir kavramdır.

Ama her durumda “emperyalizm” kötü bir şeydir, düzen siyasetinin dilinde.

Tıpkı solda olduğu gibi. Bazen her şeyin başı ve sonu emperyalizmdir, bazen emperyalizm ABD’dir sadece, bazen de emperyalizm savaşçı ve yayılmacı bir dış politika pratiğinden ibarettir. Bazense özgürlük ve demokrasi mücadelesinin üzerine gölge düşürdüğü için “yasaklı” sözcüklerden biri oluverir emperyalizm.

Çünküüüü….

Batıdan doğuya doğru gidildikçe yüzyıllar içinde oluşmuş medeniyet etkisini yitirir, standartlar örselenir, diktatörlere alan açılır, despotlar her şeyi kendilerine yontar ve de bu coğrafyalarda yaşayan garibanların sesine ister istemez batının gelişkin ülkeleri, onların kurumları kulak verirdi. E böylesi bir misyon söz konusuyken “emperyalizm” diyerek suyu bulandırmak, bu kötü şeyler çağrıştıran sözcüğü kullanmak olmazdı. ABD ordusu emperyalistti belki ama Rockefeller Vakfı asla! NATO’ya sıkışırsan “emperyalist” diyebilirdin de Avrupa Birliği’ni karalamak ayıptı, haksızlıktı, vicdansızlıktı.

Böyle böyle ABD’nin işgal planlarına, silahlı örgütlenmesine dahil olmak bile meşrulaştırıldı. Özgürlük ve demokrasi uğruna…

Solda bu yaklaşıma anlayış gösterildi; denildi ki söz konusu olan ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı!

Yüz yıl öncesine geri döndük.

1900’lerin başında uluslararası işçi hareketinde, Marksizm adına, sömürgeciliğin iyi yanlarını vurgulayanlar el üstünde tutulurdu. Bir avuç devrimcinin itirazı, kavgasıyla bu tutum siyasal ve etik açıdan sorgulanır oldu, Lenin ile birlikteyse kimse büyük kapitalist devletlere özgürlük ve demokrasi ayağına hayırhah bakmaya cesaret edemedi. Solculuk adına…

Şimdilerde bizim buralarda yine cesaretlendiler.

Erdoğan da onlara yardım ediyor batıya kafa tutarak: Diktatör uygar dünyaya karşı!

Düne kadar Erdoğan’ın özgürlükler alanını genişleten bir reformcu olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlardı. Para ve akıl “batı”dan geliyordu. Zor görevdi ama liberaller gerçeklere takla attırmakta ustalaşmıştı. 2011’e kadar büyük kararlılıkla, 2015 Kasımı’na kadarsa ittir kaktır misyonlarına sahip çıktılar.

Şimdi büyük bir rahatlıkla “faşist”, “İslamcı diktatör” sıfatlarını kullanıyorlar. Nereden nereye… Avrupa başkentlerinde yıllarca “AKP’yi demokrasi konusunda teşvik edin, asker karşısında Erdoğan’a sahip çıkın” diye yalvaranlar bugünlerde “bildiğiniz gibi değil, Türkiye dinci bir diktatörlüğe dönüştü” turlarında.

Muhatapları onları “ya ya…” diye onaylayıp, bazen Türkiye’de olup bitenlere “oh may gad” tepkisi verirken bu uşak, işbirlikçi, omurgasız topluluğun pek beceriksiz çıkmış olmasından içten içe hayıflanıyor.

“Batı”nın tekelci medyasında artık Erdoğan hakkında olumlu hiçbir şeye yer verilmiyor, kimse AKP’nin özgürlük ve demokrasi mücadelesinden söz etmiyor, kendi aralarındaki derin çekişmeye rağmen bir konuda mutabakat var: Türkiye kötüye gidiyor!

Bizimkiler de bağırıyor: Türkiye kötüye gidiyor.

Bu örtüşmeye gözünü kapatan haindir. Bu örtüşmeyi gerekçe göstererek Türkiye gerçeklerine göz kapatılmasını isteyenler de.

Bugün Türkiye’de olup bitenlerden rahatsızlık duyanlar kendilerini işbirlikçilikten, örtülü ya da açık operasyonların figüranı olmaktan korumak durumundadır. “Ben temizim” demek yetmiyor. Uluslararası tekellerin bu coğrafyadaki siyasal ve ideolojik hamlelerini, mühendislik çalışmalarını deşifre etmek, onlarla mücadele etmek gibi bir yükümlülüğümüz var. İttifaklar politikasında, dostlarımızı seçerken her dönemden daha fazla ince eleyip sık dokumak zorundayız.

“Diktatörlüğe karşı şeytanla bile işbirliği yapılabilir” saçmalığının bir reel politika ustalığı olarak yutturulmasına izin veremeyiz. Unutmayalım, bunun karşısına “emperyalizme karşı şeytanla bile işbirliği yapılabilir” teziyle çıkmak pekâlâ mümkündür.

Şeytanlardan uzak durunuz.

Henüz şaşırtıcı gelişmeler silsilesinin başlangıç noktasındayız. “Önce bağımsızlık… Önce aydınlanma… Önce demokrasi… Önce özgürlük…” Sol söz konusu olduğunda hayata böyle bakanların, “aman önce bir” diyerek bir şeylere öncelik kazandırmaktan çok bütünlüğü sonraya bırakanların hepsi çuvallayacak.

Bu bakış açısı asla güçlendirmez, çoğaltmaz, kaotik gelişmeler karşısında koruma alanı sağlamaz. Bütün bu karmaşanın kaynağında kapitalizmin krizi yatıyor, Erdoğan kapitalizmin kriz dalgalarında sörf yapıyor. Sol bu gerçeğe gözünü kapatarak strateji geliştiremez. “Diktatöre odaklanalım” emperyalist merkezlerin kucağına oturmaktır; “emperyalizme karşı bir olalım” kendini kurtarmak isteyen bir zorbaya ve emperyalist dünyadaki dengesizlikte istikrar arayan patron sınıfına onursuzca hizmettir.

Önce sosyalizm!

İttifaklar, dostluklar bu merkezde durduğu sürece meşrudur, gerisi hikaye. Türkiye solunun liberalizm ve milliyetçilikle, aynı madalyonun farklı yüzleriyle eklemlenmesinden bir strateji filan çıkmaz.