Pratik aldı başını gidiyor!

Bir bakış açısıyla alabildiğine bağımlıdır, öyle ki sömürgeleştiğini söyleyenler bile vardır. Öte yandan emperyalistleştiği de iddia edilir, “her kapitalist ülkede şu ya da bu oranda emperyalistlik vardır” önermesine yaslanarak değil, düpedüz Türkiye’ye bakarak. Belki AKP’nin “bölgesel aktör olmayı aştık, dünya gücü oluyoruz” demesinden heyecanlanarak ya da paniğe kapılarak...

Yoksulluk edebiyatımız oldukça gelişkindir, çünkü Türkiyemiz yoksulu bol, hem de çok bol bir ülkedir. Lakin zengini de bir avuç değildir, lüks konut ve oto sahipleri Avrupa’nın küçük ülkelerinin nüfusu kadar yapar. O küçücük ülkelerden gelip de Yeşilköy-Taksim hattında “amma büyük kentmiş, pek de zenginmiş üstelik” diye buyuranlara laf anlatamazsınız. Her taraf kazılıdır, her köşede bir şantiye kuruludur, bilmezler ki altı ayda bir yollar patlar, çöker, tekrar asfaltlanır, en büyük meşgalemiz kaldırım taşlarını söküp söküp yenilemektir.

Adı bile tartışmalara konu olmuştur. “Türkiye”nin kemalist icadı olduğunu düşünen solcular yaşar Türkiye’de. Bu adla parti kurduğunuzda “bu ne demek oluyor” diye diklenen çıkar, öyle ya doğrusu Patagonya Partisi’dir. “Türkiye deneceğine Anadolu densin” sesleri bile duyulur, “doğu” denmiş buralara Yunanca’dan alınarak da, o zaman bu işin ortası neresi, batısı neresi?

Sonra Türk ve Kürt dendikçe, “Kürtler şu kadardır” diye rakam verildikçe, herkes kendini merak eder olmuş, dışarıdan bakanlar “sahi Türkler kaç kişi” diye sorunca milletin dili tutulmuş. Bu coğrafyada müslüman halklara genellikle “Türk” denmesi oldukça eski bir adetken, buradan ırkçı ve de faşizan yaklaşımlar türetmeye kalkılınca işler karışmış. Şimdi Kürtler var, bir de “ötekiler”... Türkü belirsiz, Türkçülüğü sentetik ama milliyetçi ve de faşisti bol bir ülke haline geldik.

Zaten Kürt sorununu da çözüyoruz. Ağustos’a az kaldı. Daha önce Marx’ı, Lenin’i aşan zat Wallerstein ve Derrida okumalarını tamamladığında çözümün yolu açılacak. Ergenekon savcılarının da benzer bir külliyata sardığı iddia edilmişti. Bir de beğenmeyiz ülkemizi... Derin devleti derin düşünceyle tasfiye ediyor, ülkenin en büyük sorununu çağımızın büyük düşünürlerine havale ediyoruz! Derrida’nın aklına gelir miydi böyle bir misyon üstleneceği? Zavallı mürüvettini göremeden öldü.

Demokratikleşmeyi kimilerine göre faşist bir parti olan AKP’den bekleyenlerin sayısı hiç az değildi, bunların arasında solcular da vardı. Şimdi yıllar sonra, “Türkiye demokratikleşti bayağı” diyenler epey çoğaldı bizim düpedüz faşistleşme sürecinde olduğunu söylediğimiz ülkede! Bunu da ekleyebiliriz.

Tam bir karmaşa!

“Solu yok ettiler, ondan böyle oldu” demiş deniz albayı bir toplantıda... Dinlemişler çaktırmadan. Umur Talu da “babam yok etti” gibi bir laf çaktırmış albaya. O şeref hepsine ait, ordusuna, sivil hükümetlerine, medyasına...

Yok olmadı da, bayağı zayıfladı sol.

Akıl gitti ülkeden. Bu karmaşa başka neyle izah edilebilir? Aynı anda sol adına hem Türkiye faşistleşiyor hem demokratikleşiyor denebiliyorsa, on binlerce can alan bir iç savaşın sonunu iki tutarsız feylezofa “yazdırma” gayretinden yaygın bir umut türetiliyorsa bu ülkede hemen şimdi marksist teorinin canlanmasına, canlandırılmasına gereksinim var demektir.

Türkiye pratiği, teorinin önünde filan değil, onu tümden ezdi de denebilir.

Saçmanın eşiğine gelinen yerde, “teori” de pratiğin izinden giderek zırvalayamaz. O şu sıralar en yalın, en toparlayıcı ve hatta dilim varmıyor ama en rasyonel biçimine bürünmek durumunda.