Ölüleri rahat bırakın

Kemal Okuyan'ın “Ölüleri rahat bırakın” başlıklı yazısı 20 Ocak 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Mehmet Ali Birand öldü.

Ölülerin arkasından kötü konuşulmaması, insana saygı gereği… Ancak ağır tahrik var. Rekabet uğruna birbirlerinin gözünü oyacak, birbirlerinin arkasından dümenler çevirecek, birbirleri hakkında en olmadık yazılar döşenecek kadar kontrolü yitirmiş isimlerin dostluk gösterileri dehşet verici.

Adam çıkmış hüngür hüngür ağlıyor, “çoook eksikliğini hissedeceğim” diye dövünüyor. Oysa bir araba dolusu öykü dinlemişsin, birinci elden, yapmadıklarını bırakmamışlar birbirlerine. Arkadaşlıklar nerede başlıyor, nerede bitiyor, belli değil. Birand’la her fırsatta birbirlerine giren Emin Çölaşan da kervana katılsa “bakmayın siz, aslında çok severdik birbirimizi, aaah, ah” dese, inanacağız neredeyse. O kadar.

Ölüye saygı filan değil, saygısızlık. Vakur ol, soğukkanlı ol, sus, kenarda dur, üzülüyorsan kendine sakla, bir şey hissetmiyorsan rol yapma! Yok, “bu çok satar, bu çok tutar” dünyasında, bu maskeli baloda geride kalmak yok!

Neden çünkü ideoloji yok, omurga yok, ilke yok, tutarlılık yok. Ne var? Gazetecilik var!
Öyle gazeteciliğe, bu kadar insanlık! Dostluklar, düşmanlıklar filan hepsi hikaye...
Mehmet Ali Birand’ı tanımam etmem. Dayısı, komünist diplomat Mahmut Dikerdem’in cenazesindeki kızıl bayraklardan rahatsızlığını dile getirmesi dışında bir “hukuğumuz” da yok.

Deniyor ki, “her dönemin adamıydı” bizim içinse “her daim karşı tarafın insanı”… Deniyor ki, “gazeteciliğe bir dizi yenilik getirdi” bize göreyse, egemenlere toplumu haberle terbiye etme yeteneği kazandıranlardan biriydi…
Halkına uzak gazeteciler ekolündendi, üstelik bundan hiç ama hiç utanmıyordu.
Öldü, ondan da bir “demokrasi kahramanı” yaratmayı becerdiler. İyi numara…
Ölülerle uğraşmaktan vazgeçmeyen bir toplumuz.

“Öylesine şiirler yazmış ki… Onca yıl sonra, ya da insanlık tarihi boyunca okunduğunda şiirlerden insanların ruhuna yansıyan öylesine insanlık dolu, öylesine sevgi ve barış dolu insan onurunu yücelten öylesine kelimeleri bir arada harmanlayarak, öylesine büyük ve güzel şiirler yazmış ki, bence dünyadaki bütün insanların hangi dinden olursa olsun bu özelliğinden dolayı ona hayır dualar okuyup, sevgiyle anacağından hiçbir endişem yok.

Ben inançlı bir insanım onun yazdığı güzel şiirlerin benim saygı duyduğum İslam dinini sevgiyle kucakladığına inanıyorum. İslam dininin de onu saygıyla, sevgiyle kucakladığına inandığım için üstüme düşen görevi yaptım o kadar.”

Bu da Kadir İnanır. Nâzım Hikmet’in mezarı başında konuşmuş.
Ne alaka! Bunları düşünebilirsin, hatta İslamcı bir kimliğin varsa, diyelim ki ünlü bir hafızsan ve birileri gelip sana “ne arıyorsun Nâzım’ın mezarında” diye soruyorsa, böyle konuşabilirsin kendini anlatmak için. Ancak durup dururken, Nâzım Hikmet için söylenecek laf mı bunlar?
Nâzım şiirlerini hayır dua almak için yazmadı, Nâzım şiirlerini “her dinden” değil de “her dilden” insan okusun diye yazdı, inançlara hitap etmedi, inananlara da saygısızlık… Çok tepesi attığında, bir tanrıtanamaz olarak da söyledi sözünü, bir şair gibi delicesine ama alabildiğine insancasına…

İslam dinini sevgiyle kucaklaşmışmış…

Ne gerek var? Neyi kanıtlıyoruz birbirimize, kime yaranıyoruz, kimi rahatlatıyoruz?

Çıkarın maskeleri yahu, başkalarına da maske takmaya çalışmayın!