Ne bekliyordunuz ve biz buradayız

Devrim yasaları mı diyeceğiz, darbe yasaları mı? 

Mal varlıklarına el koyma, en hafifinden hiç gizleme gereği duyulmayan darp izleri, gözaltında “intiharlar”, upuzun gözaltı süreleri, yargısız işten çıkarmalar, ömür boyu kamu hizmetinden men, okulların hastanelerin, üniversitelerin kapatılması…

Normal değil. 

Aynı ideolojik doğrultuya sahip, aynı partinin içinde yer almış, Türkiye Cumhuriyeti’ne dönük aynı operasyonda sorumluluk üstlenmiş iki hizip arasındaki mücadelenin geldiği yer hiç normal değil. Ölümüne bir mücadele bu. En sonunda iş geldi bu noktaya. Darbe günü yalnız sinsi değil barbar da olabileceğini gösteren cemaat tayfası, girişim başarısız olduğunda darbe karşısında ortaya çıkan mutabakattan da yararlanan muhatabından yanıtı misliyle aldı. Gülencilerin beli fena büküldü bu sefer, hükümeti sarstılar sarsmasına ama bunun maliyeti ağır oldu. Gerisinin nasıl geleceğini ancak sezebiliyoruz. Ölçüsüzlüğün sürmesi kimseyi şaşırtmayacak.

Kutsal aşktan, ölümüne düşmanlığa

Bu noktaya neden gelindi?

İlk yanıt doğrudan AKP Türkiyesi’nin bu iki hizbi ile ilgili. Özet olarak, kendisini koruma yeteneğini kaybeden ve eskisi gibi devam edemeyen Birinci Cumhuriyet’in yıkılmasına birlikte ön ayak oldu bu iki hizip. Yıkımın kendisi de tıpkı darbe gibi barbardı, ölçüsüzdü. Bunların siyasal üslubu tam da budur: 15 Temmuz şaşırtmamıştır.

Ancak bu ölçüsüz blokun dağılıp iki düşman ve de geçişken hizbe bölünmesi, sertliği bir yere kadar açıklayabilir.

Darbe girişiminde sivil halkın üzerine sürülen tankların, başkent semalarında ölüm kusan uçakların acımasızlığı ile üst düzey komutanların tanıklık ya da ifadelerindeki yılışıklık arasında; girişimin aşırı profesyonel kimi etaplarıyla acemiliğin bu kadarı olur mu dedirten unsurları arasında; girişime bulaşan personelin sayısıyla, harekete geçen personelin sayısı arasında açıkça görülen çelişki sadece ve sadece AKP Türkiyesi’nin bu iki hizbi arasındaki ortaklıkla anlaşılabilir.

Bu ortaklık dincilik, Amerikancılık ve piyasacılıktır.

Dincilikte yarış, dincilikle suçlama

Fethullah Gülen bir imamdır, bir tarikatın lideridir. Erdoğan bir tarikata üyedir, birçok tarikatla iç içedir, imam hatip mezunudur. Türkiye’nin dinselleşmesi için ayrı ayrı ve birlikte çok çaba harcamışlar, laikliğin tasfiyesinde rol üstlenmişlerdir. Geldiğimiz noktada her birisi diğerini dincilikle suçlayabilmiş ama aynı zamanda “bu nasıl Müslüman” eleştirisi ikisi için de gündeme gelmiştir.

Amerikancılık yarışı

Fethullah Gülen, ABD devletinin himayesinde yaşamaktadır, CIA ile bağlantısı gizli olmaktan çıkmıştır, hem Pentagon’da hem Senato’da dostları vardır, emperyalist piramidin tepesindeki ülke için çok hizmet vermiştir. Erdoğan başbakanlığının önünü ABD ziyaretiyle açmış, ABD’nin bu bölgeyi kana bulayan projesi BOP’un eş başkanı olmakla övünmüş, stratejik ortaklık-model ortaklık gibi kavramlar üzerinden Türkiye ile ABD arasındaki ittifakın derinleştiğini defalarca müjdelemiştir. 

Bir ortak nokta daha: Paranın emrindeler

Fethullah Gülen bir patrondur. Bağış ağı bir sermaye birikim modeli olarak kurgulanmıştır. Yıllar içinde eğitim ve sağlık sektörü başta olmak üzere muazzam bir yatırım ağı yaratılmıştır. Erdoğan tüccar zihniyetiyle her zaman övünmüş, bütün ailesinin patron olmasını sağlayan bir mekanizma kurmuştur ve onun da havuz sistemi hem bir birikim modeli hem de siyasal bir örgütlenmedir. 

Her ikisinin de piyasa ekonomisi dışında bir ufku yoktur; özelleştirmelerde, emeğin baskılanmasında, kamu kültürünün yok edilmesinde mutlak uyum içindedirler.

Fark nedir?

Fark birisinin sırtını seçim sandığına, diğerininse giderek daha fazla ABD’nin gereksinimlerinin ürünü plan/projelere bağlamasıdır. Bu fark kuşkusuz önemsiz değildir.

Ama bir şeyi değiştirmemektedir.

Kavga dincilerin, Amerikancıların, piyasacıların kavgasıdır. Aslında bu bir kardeş kavgasıdır. Darbecilerle darbeyi savuşturanları vuruşma anında ayırıştırmak güç olmuştur, ideolojik olarak ayrıştırmak ise neredeyse imkânsızdır.

Kavga niye sertleşti?

İşte  bu koşullarda söylemeliyiz ki, kavganın sertleşmesinin asıl nedeni, dünya sistemindeki çelişkilerin derinleşmesidir.

Erdoğan’ın içeride üstlendiği yıkıcı rol, kendisinden önceki NATO’cu ama aşırı ihtiyatlı Türk dış politikasının terk edilmesini zorunlu kılıyordu. Cumhuriyet’le hesaplaşmaya oynayan bir kadro Cumhuriyet’in tam bir hesaplaşmaya girmese de tarihsel olarak koptuğu Osmanlı ile kaçınılmaz bir bağ kuracaktı. Dolayısıyla Yeni Osmanlıcılık Erdoğan ve arkadaşlarının hem iç politikasını hem dış politikasını belirliyordu.

Emperyalist sistem Türkiye Cumhuriyeti’ni kabullenmemişti, kendi planlarına denk düşmeyen bir Osmanlı açılımını hiçbir biçimde kabul etmezdi. Ancak bu radikal dönüşümün ABD dışındaki emperyalist ülkelerin içine pek sinmediği görüldü. Erdoğan Ortadoğu’da boyundan büyük işlere kalkışırken, Türkiye açısından her zaman birincil öneme sahip Almanya ve Fransa daha başlangıçtan itibaren tereddüt gösteriyordu.

ABD’nin sözü geçerli oldu, ilk başta işler yolunda da gitti. Başka yazılarımızda defalarca değindiğimiz için o süreci, Arap Baharı’nı, İsrail’le olan gerilimin öyküsünü geçiyorum, Suriye’de işlerin sarpa sardığını ise hatırlatmaya bile gerek yok.

2012 yılının sonlarında ABD, Erdoğan’ın Suriye’de geleceği ve başarı şansı olmayan güçlere yatırım yaptığını anlamıştı. Almanya ile ABD arasında özellikle İran ve Rusya politikalarıyla ilgili anlaşmazlık derinleşiyordu, Moskova ise burnunu daha fazla sokmaya başlamıştı Ortadoğu’daki gelişmelere.

Suriye savaşı vekalet savaşlarına (proxy war) örnek gösteriliyordu sık sık. İrili ufaklı çok sayıda silahlı grup başkaları adına kanlı bir savaş yürütmekteydi.

Vekalet savaşları Türkiye’nin içine de sıçradı ve AKP’nin iki hizbi sert bir hesaplaşmaya sürüklendi. Türkiye’nin iç dinamikleri, Erdoğan ile Fethullah arasında giderek psikolojinin sınırlarına girmeye başlayan düşmanlık gerçekti gerçek olmasına ama “şiddet” kesinlikle uluslararası ortamdan kaynaklanıyordu.

Erdoğan bu ortamda, kendisini illa savunacak bir uluslararası aktör bulabiliyordu, cemaat ise ABD yönetimi Suriye fiyaskosundan sonra nasıl devam etmek gerektiğine ilişkin ciddi görüş ayrılıklarıyla uğraşırken güçlü odaklara muazzam bir operasyonel güç sağlıyordu.

İş öyle bir noktaya geldi ki, Türkiye burjuvazisi, bütün uluslararası bağlantılarına rağmen gerilimde fazla inisiyatif alamadı, hesaplaşmanın 15 Temmuz uğrağı iki hizbi de güç duruma düşürünceye kadar.

Erdoğan’ı bildikleri gibi yaparlar

İki hizip güç duruma düştü ancak sorun çözülmedi. Erdoğan fabrika ayarlarına, hatta istenen ayarlara dönebileceği sinyallerini veriyor, çok inandırıcı gözükmese de…

ABD Erdoğan’ın bu dönüşümüne yardımcı olabilir ya da elindeki diğer kartları sürerek Türkiye’yi kaosta yolculuğa ittirebilir. Rusya Erdoğan’ı batıdan uzaklaştırma hamleleriyle ya Erdoğan’a yardımcı olacak ya da onun sonunu hızlandıracak.

Suriye’deki savaş suçları, 17-25 Aralık dosyaları ve diğer konular bu büyük oyunda çerez. Hırsız ya da kahraman; zorba ya da masum! ABD de, Rusya da, Almanya da bu havada!

Peki bizler bu büyük oyunun kurallarına uymak zorunda mıyız?

Dinci, Amerikancı, piyasacı…

Bunlardan biri bile siyasette zararlı. 

Dolayısıyla bu büyük oyunun kurallarına da sonuçlarına da uymak zorunda değiliz. Uymayacağız. Ne sinsi ne barbarız, olamayız da.

Ancak bu düzenle ilişkimizde iflah olmayız, ölçüsüz bir nefretle yatıp kalkarız.