Milliyetçiliği sizden öğrenecek değiliz

Milliyetçilik nedir?

Kimileri “yurdunu sevmek” olarak tarif edebilir, kendisini böyle bir tanımın içine yerleştirebilir ama bu son tahlilde kişisel ve pek gerçekçi olmayan fotoğrafıdır milliyetçiliğin. Milliyetçiliğe bugün “masum” bir içerik kazandırmaya çalışanların sığındığı bir limandır onu yurdunu sevmekle, hatta daha yerleşik bir kavram olan yurtseverlikle karıştırmak, hatta özdeşleştirmek…

“Ben ülkemi seviyorum, bu nedenle milliyetçiyim…” Çok iyi niyetli ama milliyetçilik bu değil! Basitleştirecek olursak, milliyetçilik kendi ülkesinin çıkarlarını başka ülkelerin çıkarlarına üstün tutmaktır. 

Bu iyi bir şey midir? Hayır, bu iyi bir şey değildir.

“Ne var bunda, böyle bir dünyada kendi ülkesinin çıkarlarını başka ülkelerin çıkarlarına üstün tutmadan ayakta kalamazsın” denebilir.

“Böyle bir dünya”…

Neyi kastediyoruz?

Güçlünün güçsüzü ezdiği, onu sömürdüğü bir dünya!

O halde, ezdirmeyelim, güçlü olalım, biz başkasının tepesine çıkalım. Milliyetçilik budur, buna çıkar.

“Böyle bir dünya” tasvirinde yer alan dünyayı değiştirme iradesi göstermiyorsanız, kendi ülkenizin çıkarlarını öne yazmanın tek sonucu, başkalarına zarar vermektir. 

“Böyle bir dünya”da herkes kazanmaz, kazanamaz. Çünkü bu dünya eşitsizlikler, adaletsizlikler üzerine kurulmuştur.

Ama bu dünyadaki eşitsizliklerin temelinde ülkeler arasındaki eşitsizlik yoktur. Bu dünyanın adaletsizliği ve eşitsizliği, insanlığın ancak çok küçük bir bölümünü oluşturan sömürücü bir sınıfın var olmasından kaynaklanmaktadır. Ülkeler arası eşitsizlik de bunun uzantısıdır. Sömürücüler ABD’de vardır, İngiltere’de vardır, Fransa’da vardır, Almanya’da vardır ama Türkiye’de de vardır. Daha yoksul bölgelere gidelim; Sudan’da, Nijerya’da, Tacikistan’da ya da Afganistan’da da aynı emek hırsızı, zorba sınıf mevcuttur ve bunlar yönetimdedir.

Bu alçak sömürücü sınıf dünyanın her ülkesinde kendi çıkarlarını “ülke çıkarı”, “ulusal çıkar” diye satabildiği için (de) iktidarını sürdürebilmektedir. Milliyetçilik halka bu zokanın yutturulması için en etkili silahlardan biridir.

Emekçi bir insanın zihninde ve yüreğinde milliyetçilik kendisini sömüren patronu bir başka ulusun yoksuluna tercih etme talihsizliğidir.

Ya da, başka ulusların sömürücülerinden nefret ederken kendi sömürücülerine iltimas geçmek…

Bu şöyle bir şey; Barzani’yi petrol zengini aşiret reisi diye aşağılayıp Koç ailesinin kasasından taşan servete “helal” damgası vurmak!

Milliyetçilikle yurtseverlik birbirine çok uzaktır; milliyetçilik kendi sömürücülerini aklamak, onları kayırmakken, yurtseverlik ülkeyi yerli ve yabancı sömürücülerden temizleme iradesidir. 

İnsanlığın her yerde ihtiyacı budur.

Ülkesini gerçekten seven, yurdunu gerçekten sakınan biri o toprakların adaletsizlikle, hırsızlıkla, zorbalıkla, haksızlıkla kirletilmesine göz yummaz.

Biraz açalım mı?

Angola “zengin” bir Afrika ülkesidir. Zengin derken, halkı çoklukla yoksuldur da ülkenin doğal zenginlikleri göz kamaştırıcıdır: Altın ve petrol!

Burası asırlarca Portekiz’in sömürgesiydi, pis sömürgeciler burayı yağmaladılar, hele petrol çağında Angola iyice kıymete bindi, Angola kıymete bindikçe Angola’nın yerli halkının üstüne binen yük de arttı. Sonra isyan etmeye karar verdiler, silaha sarıldılar. Portekiz sömürgeciliğinin tükenişine damga vuran örneklerden biriydi Angola Kurtuluş Savaşı. Öne çıkan örgüt MPLA idi; Sovyetler Birliği’nin ve Küba’nın ve de Portekizli komünistlerin desteğini aldı, Portekizli sömürücüler kovuldu, bütün kritik sektörler devletleştirildi, Angola halkı eğitim, sağlık ve adaletle tanıştı, modern kentler ortaya çıktı.

1990’lar geldi ve Sovyetler Birliği yıkıldı, dünyayı kirleten piyasacı güçler altın ve petrole hükmeden Angola’nın şanlı gerilla hareketinden kalma yöneticilerini bir bir satın almaya başladı; çürüme bir anda yayıldı ve birkaç yılda ahlaksız mı ahlaksız sömürücü bir sınıf ortaya çıktı. Ülkenin devrimci kurtuluşunun simgesi olan bayrağı bile değiştirmeye tenezzül etmediler, aslında ezilenlerin simgesi olan çark ve palayı kullanmak işlerine geliyordu, bu da bir “milliyetçilik”ti. Kendileri milyarlarla oynarken, aç ve yoksul Angola halkı “aynı bayrağa” tapıyordu. Çark emekçilerin kurtuluşunu değil Angolalı zenginlerin kâr makinesini tasvir ediyordu; pala kırsaldaki yoksul siyahların silahı değil adaletsiz bir rejimin copuydu, tankıydı, topuydu gayri…

Ben bu yeni sömürücü sınıfın üyelerini Portekiz’de görmüştüm. Sekiz kapılı limuzinlerden inen semirmiş siyahlardı bunlar, boyunları eğilmişti taktıkları kalın altın kolyelerin ağırlığından. Yıllardır kendilerini sömüren beyazlardan intikam alırcasına yatırım yapıyorlardı Portekiz’de. Beyaz siyahı sömürmüyordu da, siyah kendi renginden olanlarla beraber beyazları da sömürüyordu.

İnsanlık kara derili sömürücülere anlayış göstermeyenlerin, beyaz ya da siyah bütün sömürücü alçaklara karşı duranların elinde yükselecek.

Türk ya da Kürt ya da Arap veya Yunanlı…

Bütün halkların kardeşliği… 

Peki bunu sağlayacak olan ne?

Eşitlikçi bir düzen. Başkası olmuyor. Emperyalizme karşı mücadele, Türkiye artık kaynak aktarmasın, başka ülkelerin sırtına binsin kalleşliğiyle yapılıyorsa zaten emperyalizme karşı mücadele değildir.

Ya da bağımsızlık?..

21. yüzyılda sömürücü sınıflara yaslanan hiçbir bağımsızlık hareketi insanlığa hizmet etmez. Neymiş, böyle bir ilke varmış!

Bugün devrimciliğin tek ilkesi sömürücülere karşı mücadele etmektir.

Koç ya da Sabancı’ya ve bu ülkenin sırtına binmiş bilimum sömürücülere duyduğumuz öfkeyi Barzani’den esirgemeyiz. Zamanında sırf Kürt sorununu “çözecek” diye Erdoğan’a “demokrat”, “özgürlükçü”, “reformcu”, hatta “devrimci” sıfatlarını yakıştıranlardan öğrenecek değiliz milliyetçilik nedir, enternasyonalizm nedir, Marksizm nedir…

Evet, Orhan Gökdemir’in yazdığı gibi Barzanistan’a da Tayyibistan’a da karşıyız.