Kavga konusu...

Adam “dağ taş zeytin oldu, enerjiyi nerede üreteceğiz” demiş. Kavga konusu. Çevre duyarlılığından kavga edebilirsiniz, adama kıl olduğunuz için kavga edebilirsiniz, kavga etmek için kavga edebilirsiniz, “memleket sayenizde öküz doldu, insanı nerede yaşatacağız” isyanıyla kavga edebilirsiniz.

Her an yeni bir “kavga nedeni” peydahlamayı beceren bir siyasi iktidarla karşı karşıyayız. Bunlar kategorize edilebilir, başlıklar altında toplanabilir. Zorbalık, despotizm önemli bir başlık kuşkusuz. Polis terörü “olağan”ın ötesine geçti çoktan, olağan neyse artık! Gericilik sınır tanımıyor uzun süredir. İşbirlikçilik de… Her biri önemli bunların elbette.

Kabalaştırarak tasnif edecek olursak, bugünün Türkiyesi’nde siyasi iktidarın icraatları her bir örnekte toplumdaki özgürlükçü, aydınlanmacı-laisist, bağımsızlıkçı-yurtsever duyarlılıkları rencide ediyor, tepki yaratıyor. Ancak bu duyarlılıklar bir türlü ortak bir zemine yerleşmiyor, her biri adeta kendi sırasını bekliyor.

Parçalı tepkileri kaynaştırmayı pek iyi beceren Haziran Direnişi’ne, son dönemde ne yazık ki sürekli “iş cinayetleri” ile gündeme gelen işçi sınıfı gerçekliğinin bir üst ve de toparlayıcı bağlam yaratmasına rağmen.

Sosyalizmin toplumda sınıf çelişkilerinin yaygın anlamda bilince çıktığı, emekçi kitlelerin sınıf düşmanına karşı açık bir konumlanış içine girdiği anda muzaffer olacağı fikrinin saçmalığına ilişkin çok yazdık. Kapitalist toplumlarda filmin nerede, ne zaman ve nasıl kopacağını kestirmek zordur. Öngörmeye çalışırsınız ama “işte burası” diye nokta koyamazsınız. Dolayısıyla devrimci bir kriz sırasında sistemin hangi duyarlılıkları özellikle tahrik edeceğini bugünden kesin olarak saptamak mümkün değildir.

Hemen bir ek; özgürlükçülük de, bağımsızlıkçılık da, aydınlanmacılık da, sosyalist ideolojiyle flört eden, daha ötesi, bir yeniden yapılanmayla onun içine çekilebilen duyarlılıklar. Dolayısıyla pazardan meyve-sebze seçmiyor, “bundan iyi yemek çıkar, bu işe yaramaz” diyerek toplumsal duyarlılıkları ayrıştırmıyorsunuz.

Ancak…

Bir sorunumuz var.

Sosyalizm mücadelesinin temelde bu duyarlılıklarla ya da bunların bazılarıyla rezonansa girerek, bu duyarlılıkları “öncü” konumlanışlarla kaşıyarak sürdürülebileceği fikrinde ciddi boşluklar var. Kürt sorununun yarattığı özel alanı da hesaba katarsanız, önlem alınmadığında solculuğun bir duyarlılık noktasından öbürüne seyirtmeye indirgenmesi işten bile değil. Duyarlılık noktalarına “toplumsal dinamik” demek de sorunu çözmüyor; işçi sınıfının uğradığı haksızlıkları bu noktalardan biri haline getirmek de…

Türkiye’de bugün bu duyarlılık noktalarına hitap edecek bir ana eksen oluşmuş değil. Aydınlanmacılığı radikalleştirmeye, bağımsızlıkçılığı kuvvetlendirmeye, özgürlükçülüğü kanırtmaya çalışmak tek başına kesinlikle işe yaramaz.

Kapitalizmle hesaplaşma isteğinin bizzat kendisinin, elbette bütün bu duyarlılık noktalarıyla içli-dışlı biçimde, toplumsallaşması gerekiyor. 

“Yeter artık” isyanında somutlanan öfke patlamalarının hüzün verici zayıflığı ve çaresizliğinden uzak durarak.

Bütün toplumsal duyarlılık noktalarının ayarını ve de ezberini bozarak… 

Sosyalist seçeneğin gücü ve güncelliğini propaganda edecek  yeterli sayı ve nitelikte insan unsurunu sahaya sürmeye çaba harcayarak…

İşçi sınıfının örgütlenmesinin birbirinden izole direnişlerle dayanışmaya geçerek gerçekleşeceği yanılsamasını terk ederek…

En özgürlükçü, en bağımsızlıkçı, en laik kim sorusuna yanıt verildiğinde devrim mücadelesinin önünün açılacağı düşüncesinden uzak durarak…

Duyarlılık noktalarının, mavi boncuk dağıtarak değil farklı bir kuvvet uygulayarak, bağımsız bir vektör oluşturarak birleştirilebileceğini bilerek…