Hitler de böyle yapmıştı

Bugün aslında Yiğit Bulut’un “Türkiye’nin yükselen yıldız haline geldiği”ni iddia ettiği son yazısından hareketle, daha önce kısaca değindiğim bazı bölgesel başlıklar üzerinde duracaktım. Ancak olmadı, ABD’ye yaptığı geziden heyecanlanarak dönen Bulut’un yazısı aniden kayboldu. Bilemiyorum, belki heyecanı geçmiştir, belki artık kanıksadığımız gel gitlerinden birini yaşıyordur, belki de birileri “yok artık bu kadar da değil kardeşim” diye müdahale etmiştir... İnternet aleminin böyle kolaylıkları da var, yazını geri çekme hakkını kullanıyorsun!

Acaba ben mi toptan uyduruyorum diye düşünüyorum, yok ayrıntılar bile aklımda... Lakin kaydetmemişim, artık Bulut’un insafına kalmış, yeniden yayına sürer de beni bu dertten kurtarır.

Zaten Bulut’un sırra kadem basan yazısının peşine düştüğüm sırada TRT 2’de boy gösteren Gökçek meseleye hemen el koydu. Çok değil, beş dakika izlemek bile yeterliydi, “faşizm”le ilgili bir şeyler yazmaya karar vermek için...

Benim bildiğim yalnızca soL Portal’da 7-8 yazı çıktı bugünkü siyasal iktidar ile faşizm arasında sanıldığının ötesinde güçlü bağlar olduğuna işaret eden. Tekrar etmeyecek, oldukça kapsamlı bir analiz gerektiren “kriz ve sermayenin kontrolden çıkan ihtirasları sonucu bütün dünyada burjuva devlet aygıtının emeğin izlerinden arındırılmasında hangi noktalara gelineceği” konusuna girmeyeceğim. Piyasa faşizme çekiyor, bunu hiç akıldan çıkarmayalım yeter...

Yalan söylüyorlar... Çok kolay yalan söylüyorlar... Tüketici haklarını savunan derneğin yöneticisini bir siyasi partinin üyesi olmakla suçluyor. Bu doğru olsa, “sana ne, istediği partiye üye olur” diye çıkışacaksın, ama doğru değil. Artık sayamaz olduk, kaç seçimdir Ankara’nın başına geçen zat, bu kadar basit ve sağa sola çekiştirilemeyecek bir konuda büyük bir rahatlıkla yalan söylüyor. Ali Çetin’in TKP üyesi olduğunu ısrarla ileri sürüyor. Yok, ilgisi yok...

Bu kadar rahat, ölçüsüz ve düşüncesizce yalan söylenen bir ülkede faşizmin temelleri hızla yükseliyor demektir. Yalan söyleyenin faşistliği değil konumuz, bir ülkenin başkentinde yalana destek çıkan bu kadar fazla sayıda kişinin yaşamasıdır önemli olan.

Yalan söylediğini karşısındaki TRT’den maaşlı program sunucusu da biliyor. Devletin kanalında ciddi düzey, basiret ve kıvam sorunu olan birisinin ekranda boy göstermesi de bir başka alamet. Alıştık artık demeyin...
Bunlar önemli. Tepeden inme faşizme ve sokakta kan döküp Türkiye solunun toplumsal iddialarına paratöner olan ve sınırlarıyla misyonu yine tepede ayarlanan MHP’ye alışkın bir ülkede faşizmin kitle tabanının güçlenmesi hafife alınmamalı. AKP’nin toplumsal tabanındaki sınırlı daralmaya bakarak asla rahatlamamalı.

Türkiye solu şimdiye kadar milliyetçiliği, sonrasında Kürt düşmanlığını, faşizmi toplumsal planda yaşatan ve geliştiren yataklar olarak gördü haklı olarak. Ancak anti-komünizm ekiyle bu gerçeği tekrarlayarak bugünkü gelişmeleri anlayamayız.

Hitler faşizminin çok geniş bir halk desteğini arkasına alması, tek başına yahudi düşmanlığıyla, tek başına istikrar arayışıyla, tek başına güçlenen komünizme karşı yürütülen kışkırtıcı kampanyalarla açıklanamaz.
Hitler, Alman toplumuna “ahlaksız teklif”te bulunmuştu: Erişemeyeceğin, baş edemeyeceğin, yanında bir hiç olduğun büyük güce her şeyinle teslim ol! Ve gerisini unut...

Faşizm hem İtalya hem Almanya’da asıl suçlarını halka işletti. İlk dönemler, iyi seçilmiş hedefleri yok etme, bazılarını mutlak olarak sindirme ama ille de geniş kitleleri çılgınlığa davet etme...

Bu süreçte şantaj ve yalan doğrudan baskı kadar işlevli oldu.

Dönelim Türkiye’ye...

12 Eylül açık faşist bir diktatörlüktü. Ancak klasik faşizmden en fazla “kitlelerle arasına koyduğu mesafe”de ayrılıyordu. Generaller emperyalizmin, sermaye egemenliğinin çıkarlarını hiçbir kısıt hissetmeksizin savunan zorba politikalara imza attılar, işçi sınıfını, solu, aydınları bastırmak için halkın, hatta sivil faşizmin yardımını ancak “örtülü” olarak kabul ettiler. Muhbirler panayırdan yararlanmak için değil devlete hizmet için kötülük saçtılar, bazı MHP’li kadrolar da “yeni amiriniz biziz” sözüyle cuntanın operasyonlarına “memur” edildiler.
12 Eylül toplumu çürüttü ama kendisinden ve suçlarından büyük ölçüde uzak tuttu.

Şimdi ise...

Mahallede, okulda, fabrikada, bürokraside, her yerde “sen de katıl” diyorlar. Baş edemeyeceğin güce boyun eğ ve tadını çıkar!

Ama önce günah çıkar!

Yandaş medyada boy gösterip kendini aklamaya çalışanların haline ve sayısına dikkatle bakın. Kulübe kabul için dökülüyor ve döktürüyorlar. Gerçeklerle yalanlar iç içe geçiyor, zaten istenen bu.

En son Dinç Bilgin... Türkiye’nin en ihtiraslı, en acımasız patronlarındandır... Bu sefer manevra falan yapmıyor, “sizin dünyanıza geldim, başka hiçbir şeyle ilgilenmiyorum” diyor. Bir tür trans hali...

Hakan Şükür, yeri hep sağlamdı, diyor ki “bizim dünyamızdaysanız korkacak bir şeyiniz yok...” Bunlar sistematik bir biçimde topluma empoze ediliyor.

Başbakan’ın “sanatçı”larla kahvaltısı bir tür diz çökertmedir. Yalakası gider, iş takipçisi gider, korkanı gider, sanatçı olmak isteyeni gider. Gitmeyen uyuşturucudan içeri atılır.

Kanaat önderleriyle, sermaye düzeninin kanaat önderleriyle uğraşıyorlar. Özgür ve örgütlü davranma yeteneği olmayan bir toplum, “diğerleri gibi olma”ya, kötülüğe, yalana, dolana onlar aracılığıyla özendiriliyor.
“Öteki” edebiyatıyla solu kötürümleştirenlerin bu uğursuz tek tipleştirmeye hizmeti ise devam ediyor hâlâ...

Liberallerin faşizmle dansı...

(Yiğit Bulut’un sözünü ettiğim yazısı “Her Türk vatandaşı Erdoğan’ın Ortadoğu politikasına destek olmalı” başlığını taşıyor. Basılı Habertürk’te çıkmış, internette biraz uğraşarak bulunuyor ama olağan yerinde durmuyor. Belki Habertürk’ün böyle bir politikası vardır bilemeyeceğim. Her ne ise, artık çok geç... Eğer gündem izin verirse, bu yazıya neden kafayı taktığımı bir başka zaman sizlerle paylaşırım.)