Diktatör

Kemal Okuyan'ın “Diktatör” başlıklı yazısı 23 Ocak 2013 Çarşamba tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

“Biz Kürt kardeşlerimize kucak açıyoruz…” Şeytanlı, ateşli, çamurlu grup toplantısı konuşmasında böyle dedi. “Teröristlere bomba yağdırıyor, Kürt kardeşlerimize kucak açıyoruz.”

Önceki gün de “Kürt sorunu yoktur” demişti. Hatta, “vardır” diyenlere bir araba dolusu laf söylemişti. Vaktiyle, “adını koyun, bu ülkede Kürt sorunu vardır ve yıllardır ihmal edilmiştir” diye buyurup liberallerden “bravo”ları kapan da, kendisiydi.
Giderek ilginç hale geliyor. Sınıf egemenliğine, sistem sorununa işaret eden biz Marksistleri baştan çıkarmaya karar vermiş bir siyasetçiyle karşı karşıya olduğumuz açık.

Türkiye’de sermaye sınıfı diktatörlüğünün hüküm sürdüğünü bir an için akıldan çıkarmaksızın, bu “tarihsel kişilik”in hakkını vermek durumundayız.

Tarihsel bir kişilik çünkü, yakın çağlarda insanlığa musallat olan bütün önde gelen zalimlerin davranış kalıplarına cuk oturan bir tarzı var. Kendi kendini öfkelendiriyor örneğin… Hitler’in de konuşurken, sarfettiği bir önceki cümleden heyecanlanıp dolduruşa geldiğini biliyoruz. Başkaları değil ancak taparcasına aşık oldukları kendi sesleriyle ajite oluyorlar.

Bizimkinin, “atamam yoksa oy da yok” diyen öğretmene her biri bir ötekinden daha acımasız 4-5 cümle sallamasının nedeni bu. Başlıyor, tırmandırıyor ve kontrolden çıkıyor.

Kılıçdaroğlu’na da, BDP’lilere de , “Esed”e de, öğrencilere de, solculara da hep aynı yaklaşım.

Zorbalıkla mazlumu oynamak arasındaki mesafeyi kısaltmaları da bunların ortak özelliklerinden. Bir ruh halinden ötekine geçiş, kötü çalışılmış teatral bir kurgunun değil, baştan aşağıya çarpılmış bir kişilik yapısının ürünü. İtalyan faşisti Mussolini’nin beş dakikalık bir konuşmaya sığdırdığı abartılı ve birbirine karşı ruh hallerini sonrasında Führer de yinelememiş miydi?

Türkiye’de de aynı manyaklığı izlemek zorunda bırakılıyoruz. Ses tonu değişiyor, önüne gelen her şeyi yakıp yıkmak isteyen bir gürültüden, koyunumsu bir inceliğe geçiş, görsel bir şölenle de taçlanıyor: Saldırganlık nöbeti kısa sürede aptal, boş ve merhamet dileyen bir bakışa dönüşüyor.

Hitler’in neredeyse bütün konuşmalarına ulaşılıyor artık. 1942-43 kışından itibaren askerlerine, yandaşlarına nasıl seslendiğine dikkatle bakın. Bazı bölümler fazlasıyla tanıdık gelecektir.

Bu arada ucuz espriler, ahmaklaşmış dinleyici topluluklarının çiğ kahkahalarından beslenerek, her defasında daha da çekilmez hale gelir. Herkes birbirinden cesaret alır ve “çoğunluk” olmanın zırhının içine sokarlar o pespayeliği… En büyük gücü de diğerlerinin yani henüz o güruhun parçası olmayanların kendilerinden kuşkuya kapılarak o pespayeliğe, o bayağılığa bir anlam yüklemesidir.

Sorun kişilerde değildir. Ancak büyük ve karanlık dönüşümler sırasında toplumun genişçe bir kesimi böyle konumlanır ve konumlandırılır ve tam da buna uygun tarihsel bireyler lider olarak ortaya çıkarlar. Biri birinin değil, hepsi aynı tarihsel koşulların ürünüdür.

Ancak suç da bireysel değil, kolektiftir.

Aldatılmak ile kendini aldatmak arasındaki ince çizgiyi önemsemek gerekiyor öncelikle. Ve tarihin insanoğluna makul bir sürede defalarca “uyanma” fırsatı sunduğunu hatırlamak.

Bana göre bugün Türkiye burjuvazisinin acımasızlığını, Türkiye kapitalizminin her tür insani değeri ayaklar altına alan gidişatını kabullenmemek için ne kadar neden varsa, vicdansız bir rastlantı sonucu tepemize düşen bu tarihsel kişiliği reddetmek için yüz kat daha fazla neden bulunmaktadır.

Ünlü Alman edebiyatçı Thomas Mann’ın Hitlercilere teslim olan Alman ulusuna yönelttiği “…ona bile karşı gelemeyeceği psikolojik açıdan kanıtlanmış olan bir ulus, nasıl olur da üstün ırk olarak nitelendirilebilir” sorusunu bugüne uyarlayabiliriz:

Böyle birine hak ettiği karşılığı bir türlü vermeyen bir topluluk, nasıl olur da “halk” olarak nitelendirilebilir?

İşte bugün, giderek sayısı artan dik kafalıların yaptığı, 70 milyonluk bir ülkede “halk” nitelemesinin hak edileceği bir tablo ortaya çıkarmaktır.