Büyücülerle soytarılar... İşçiler, sanatçılar ve diğerleri!

Çoğu kez “büyücü”dürler Beethoven, Mahler, Şoştakoviç, bu kalburüstü senfoni yazıcıları benim için öyledir. Sanatla büyü arasındaki ilkel ilişki, en karmaşık, gelişkin yaratım süreçlerinden birinde daha kendini göstermektedir sanki. İyi bir roman, şiir de aynı etkiyi yapabilir, okuduğunuzu bir kenara koyup hava almak, yürümek gereksinimi duyabilirsiniz, “amma yazmış ha” türünden değildir tepkiniz, sersemlemiş, kilitlenmiş, gerçekliğe o ana kadar alışageldiğinizden farklı bağlanmışınızdır. Bir resim, fotoğraf, oyun ya da sinema filmi de benzer bir etki yapabilir, yapar da...

Bu anlamda sanatçı büyücü değilse bile olağanüstüdür. Lenin’in bunca adaletsizliğin, zorbalığın olduğu bir dünyada bu olağanüstülüğe isyan ederek “bana böyle müzikler dinletmeyin bir daha” diye sitem etmesinde şaşacak bir şey yok. Devam etmesinde de en zorlu anlarda dahi, saatlerce dinlemeye...

Sanatsal yaratıma bu olağanüstülüğü veren, ona büyücü vasfı kazandıran mekanizmalar karmaşık. Yetenek, eğitim, toplumsal koşullar, dünya görüşü...

Öte yandan sanatın, sanatçının sıradanlaşmasını, normalleşmesini istiyoruz.

Bayağılaşma, sığlaşma değil burada hedeflenen. Büyülenmekten de vazgeçemeyiz, insanlığın, insanlık kültürünün bir parçası bu. O zaman sanatsal yaratımı yeryüzüne indirecek, büyücüleri çoğaltacak, bu işlemi bir ayrıcalık olmaktan çıkaracağız.

Ama ne yaparsak yapalım, bütün toplumu piano çalabilir hale getirelim örneğin, herkes istediği kadar şiir de yazabilsin Marx’ın dediği gibi, birileri “büyücü” vasfını ille koruyacak. Komünist toplumda kimse David Oystrah gibi çalamayacak ama kimsenin elinden keman düşmeyecek deseler, içiniz acımaz mı!

Neyse, komünist toplumda derdimiz bu olsun, biz bugüne dönelim. Ne yapmalı?

Sanatı toplumsal dinamiklerle kuşatmak, bir yaratıcı olarak sanatçının kendi yaratımının büyüsüne kapılmasının önüne geçmek gerekiyor.

Sanat-siyaset ilişkisi burada önem kazanıyor. Sanatçı, toplumsal dinamiklerle ilişkisini ille de siyaset aracılığıyla kurmuyor ama yeryüzüne inip ortalığı altüst etmeye başladığı burjuva devrimleri çağından beri sanatı ileriye çeken hep siyasetin müdahaleleri olmuşsa, siyasetle sanat arasındaki sancılı alışveriş konusunda daha fazla düşünmekte yarar var.

Basit bir mesele değil bu, söz konusu ilişkiyi gönüllü, bilinçli bir biçimde kuran çağımızın büyük ustaları dahi çoğu kez zorlandılar, acı çektikleri bile oldu. Teodorakis, Saramago yaşayan örnekler... Sovyetler Birliği’nde zengin sanat dünyasını sürükleyen bütün önemli isimlerin yaşadıklarını ifade etmek için “sancı” sözcüğü fazlasıyla hafif kalır. Ama biliyoruz ki, Ehrenburg en iyi romanlarını, siyasetin baskısını en fazla hissettiği dönemlerde yazmış, Prokofiyev 5. senfonisini “özgür” Paris’te değil Stalin Moskovası’nda bestelemiştir. Paris sanatta da düşmüş, Moskova ise direnmiştir.

Sanatçının işi zor doğru... Siyasetçinin işi kolay mı? Bunlar birbirinden tamamen ayrı kategoriler değil, anlaşılması için söylüyorum... Kimin işi kolay ki, bu dünyada?

TEKEL işçileri... Yarattıkları etkiye, aştıkları zorluklara bakacak olursak, gerçek büyücü onlar değil mi?

Onlar, onların mücadelesi değil mi, Başbakan’ın sofrasına dizilmek için heyecanla bekleşen “meslekdaş”larına öfke ile bakan sanatçıya onurunu, yaratıcılığını, insanlığını savunma gücü veren?

Sanatçı siyasetten kaçamaz. Kaçar kaçar, bir gün eline bir davetiye tutuşturuverirler... Padişah sofrasına çağrı olabilir bu örneğin...

Hazrete büyücü değil soytarı lazımdır zahar.

TEKEL işçisi ise büyücülüğü eline aldığından, sanata, sanatçıyı olağanüstülük yakıştırmaktan vazgeçmiştir. “Benim, bizim sanatçımız, halkın sanatçısı” demeye başlamış, kafasında yarattığı sanatçı imgesini baştan aşağıya değiştirmiştir.

Yarınki kahvaltı sofrasında büyücüler olmayacak. İşçiler, edebiyatçılar, oyuncular, müzisyenler, ressamlar, fotoğrafçılar, iyi insanlar, onurlu insanlar yan yana gelecekler. Ne kadar büyüleyici...

Soytarılar öbür tarafta. Ne kadar tiksindirici...

Farkı ben anlatamam, en iyisi Nihat abiye, Nihat Behram’a bırakayım sözü.

sevgili kemal okuyan....
cumartesi günü, topluma sanatçı diye paketlenip sunulan, magazin dünyasından toplama bir kısım kapıkulu çanak yalayıcısı, iktidarbaşı’nın ‘kahvaltılı elpençe töreni’ne davet edilmiş....iktidar partisinin reklâmı için çekilecek ‘açılım’ filminin fügüranları olarak...
bu ikinci tur....tafrayla sunulmuş birincisindeki mayanın, safradan başka birşey olmadığını, tutmadığını gördük...hiç şüphesiz ikincisi daha da kusturucu olacaktır...sen, bu toplumsal safra ve ishal halinden nasıl kurtulunacağını da, kurtuluş yolunun bilimsel açıklamasını da, benden çok daha iyi biliyorsun...affına sığınarak söylüyorum, böyle durumlarda benim aklıma kubur ve lavabodan başkası gelmiyor...
karın ağrısı ve kusma duygularıyla tam da bunları düşünürken, baharın ve sevdanın ışıltılarıyla örülmüş bir davet aldım...sana bu satırları onun heyecanıyla yazıyorum...açıkçası, bileğitaşında dönen bıçak gibiyim... az önceki bulantım çeliğine ulandı...
bu cumartesi bizimkilerin de kartal’da emekçilerle ‘çay simit bölüşme’ kahvaltısı varmış...bizimkiler dediğim, başlarını halkın omuzbaşında taşıyanlar...iktidarın kirli hesaplarını kaşıyanlar değil...bizimkiler dediğim, halkın acısını kendi acısı sayanlar....düzenin kanlı hesaplarına uyanlar değil....bizimkiler dediğim özgürlüğün ateşiyle, yüreğin atışıyla, dalda kuşun ötüşüyle yananlar....zalimin kapısında uluyanlar değil...halkının öz evladı sanatçı tavrı bizimkilerin tavrıdır...saftasız, tafrasız.....halk düşmanlarına karşı mücadelede kararlı mı kararlı...
sevgili kemal okuyan...benden ne istediysen yetişmeye, yapmaya çalıştım...şimdi ben de senden bir şey istiyorum: cumartesi günü, bizimkilerin kahvaltısında benmişim gibi ol...benim için iki ısırık simit üleş...üç yudum çay...ve öfkemizin hasretlerimizin sesiyle bizimkilere selamımı ilet...bilsinler ki, o iki ısırık simit, üç yudum çayın sıcaklığını ve bizimkilerden birisi olmanın anlamını ömrüm boyu içimde soğutmadan taşırım...
sevgiler kardeşim...
Nihat Behram / 18 mart 10 / gurbet