Bunlar yobaz mı, muhteris tüccar mı, yoksa...

Kemal Okuyan'ın "Bunlar yobaz mı, muhteris tüccar mı, yoksa..." başlıklı köşe yazısı 30 Kasım 2012 Cuma tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Güzel, Kemal Kılıçdaroğlu okullarda kıyafet serbestisinin belli bir yaşam biçimini dayatmak, çocuklar üzerinden siyaset yapmak olduğunu söylemiş, “suni gündem” dememiş. Tekke ve zaviyelerin açılması konusu neden suni gündem oluyor, çocukların belli bir tarz giyinmesinin dayatılması neden önemli oluyor, bu ayrımı gerçekten anlayamıyorum. Derin siyaset bu olsa gerek…

Tayyip Erdoğan’da ise laf çok. Çocuklar rengarenk açsınmış, tek tip kıyafet komünist işiymiş, bu reformu da hayata geçirmişler ya Allah’a şükürmüş…

Peki bütün bunları neden yapıyorlar? Neden sistematik bir biçimde siyasal ve toplumsal yaşamı dinselleştiriyorlar?

En son tartışabileceğim, inançlarıdır. Bugün Türkiye’nin yönetici kadrolarının, birer insan olarak neye nasıl inandıkları beni ilgilendirmiyor. Öte yandan bu kadrolar bir ülkeyi, hatta bölgeyi yönetme iddiasında oldukları oranda, inançlarıyla bulundukları konum arasında bir ilişki ister istemez kurulmak durumunda.

AKP’lilerin dinselleştirici politikalarının bir kaynağı, onların inançları. Temel kaynağı diyemem. Diyemem çünkü, bugünkü iktidarın kadrolarının inancı, başka şeylerle birleşmeseydi, asla ve asla bu zihniyet Türkiye’de egemen olamazdı. Türkiye siyasetinin ilericilik karşısında zaman zaman kullanılan, zaman zaman geriye çekilen bir ögesi olarak dururlardı.

Bu, Türkiye’nin en önemli ideolojik damarlarından biri olan İslamcılığı küçümsemek anlamına gelmiyor. Sadece ve sadece olup bitenleri, “inançlı bir toplumun önündeki üstyapısal engeller kalktı” diye açıklamaya kalkmanın yanlış olduğunu söylemek istiyorum.
Türkiye’de dinsel bir iktidarın önü açıldı, çünkü:

1. Uluslararası tekellerin ve aşağı yukarı bütün patron sınıfının buna gereksinimi vardı.
2. ABD’nin buna gereksinimi vardı.
3. Buna açık bir toplum vardı.
4. Bu projeye yatkın bir kadro vardı.

Kapitalizmin bu kadar ağır koşulları emekçi halka dayatabilmesi, yalnızca sopayla mümkün değildi. Tek başına öbür dünya vaadinden, halka kanaatkarlık aşılanmasından söz etmiyorum. Bunlardan daha önemlisi, eşitsizliklerin kanıksanması, toplumun cemaate dönüştürülmesi ve yok edilen kamusal hizmet ve sosyal güvenlik kurumlarını kısmen ikame edip toplumu iyice kişiliksizleştirecek sadaka kültürünün yerleştirilmesiydi.
Bunlar hak aramayan, hareket etmeyen bir işçi sınıfı yaratma hedefinin ürünüdür. AKP’nin bütün bunları bir inancın gereğini yerine getirme kaygısından çok, tüccar bilinciyle planladığını bilmek gerekiyor. İkisi birbirini tamamlıyor belki ama burada öne çıkan sınıf sezgileridir.
ABD’nin başından beri dikkatini çeken, AKP’nin yalnızca din işleriyle devlet işlerini değil, din işleriyle ekonomik işleri bütünleştirebilme yeteneğiydi.

Bu yetenek, AKP’nin bir siyasal-ekonomik odak olarak İslam coğrafyasındaki iddiaları Türkiye kapitalizminin yeni arayışları ile birlikte düşünüldüğünde, ya kontrol altına alınıp baskılanacaktı ya da ondan yararlanılacaktı.

ABD ikinci yolu seçti. Çünkü Müslümanları “düşman” ilan ederek bir yere kadar... Bu bölgeye hitap eden güvenilir bir aktör gerekiyordu. Bu aktöre güvenilmesi için de, o aktörün piyasa oyuncusu olması ve geniş bir coğrafyayı pazar ilişkilerine daha fazla açması gerekiyordu.

Bu nedenle…

Türkiye’de insanların başıyla kıçıyla uğraşılması, insanların ne içtiğine karışılması, bir haber sunucusunun boynunun kaç santim görünebileceğine ilişkin derin tartışmaların yaşanması, tekkeler, zaviyeler, kadılar, sultanlar, vezirler, bütün dinsel-saraysal referanslar suni değil, tarihsel bir gündemin parçalarıdır.

10. Yıl Marşı bu gündeme yetmiyor, bu biline. Aslolan emek-sermaye çelişkisidir demek hiç yetmiyor. Emek-sermaye çelişkisinin orta yerine toplumun dinselleştirilmesi yerleşiyor.

Bu meseleyi 90 yıl öncesinin saflaşmasıyla çözmeye kalkan, AKP’nin ne anlama geldiğini kavramayandır. Bu meseleyi hafife alansa yurduna, halkına, emekçi sınıflara sırtını dönendir!