Böyle şey olmaz!

Umarım, liberallerin vaktiyle pek sık tekrarladıkları “nerdee bizde burjuva kültürü” yakınmasına benzetilmez yazacaklarım. En çok Fransız kapitalistlerinden hoşlandıklarını biliyorum; ince, zarif. Son yıllarda onlara da bir hâl gelmiş, büyük bir reformcu olarak gördükleri Tayyip’in büyüsüne kapılıp “halkçı” bir tarza yönelmişlerdi. Olmadı, kullanılıp-kullanılıp bir kenara atılmaktan gücendi büyük çoğunluk. Şimdi tiksintiyle “ıyyyy” diye yaka silkmekteler diktatörün kalitesizliğinden. Patron sınıfının yontulmuşuna düşkünlükleri ise elbette sürmekte.

Ve demekteler ki…

Böyle Müslümanlık olmaz.

Böyle sağcılık olmaz.

Böyle sosyal demokratlık da olmaz demekteler.

Bize bakıp, “böyle komünistlik olmaz” diye çıkıştıkları da çok olmuştur.

Demek ki bu ülkede hiçbir şey normlara uymuyor onlara göre.

Steril, cicili-bicili bir kapitalizm ve onun içinde kuralları ile hareket eden siyasi aktör tasvirinin bir karşılığı olmadığını hep söyleriz, zaten bir yerden sonra bizi ilgilendirmiyor, olsa ne yazar! Son tahlilde sömürü sömürüdür. Ve bu düzen değişmelidir.

İşte o nokta da denmektedir ki, bu ülkenin muhafazakarlığını önemseyin, hayal görmeyin.

Doğru, muhafazakarlık bir veri. Ama bu gerçeği kabullenmek bir yere kadar. Biz de kestirip atma hakkımızı kullanmalı, bu zarar verici kabulleniş halininden çıkmalıyız.

Böyle muhafazakarlık olmaz!

Muhafazakarlık öncelikle ideolojik-kültürel bir olgu. Korumak, değişime direnmek, alışkanlıklardan zor vazgeçmek…

Milli içki rakının nasıl içileceğine, kadehine bir türlü karar verememiş bir toplumdan söz ediyoruz. Göçer-barbar kültürlerden miras kalan biranın ise binlerce çeşidinin her birinin farklı bardaklarda sunulduğu ülkeler var. Sıkıysa değiştirmeye kalk o ritüeli.

Muhafazakarlıktan söz ederken alkollü içki pek uygun düşmedi mi? Ayrandan mı devam edelim? Güzel… Bugünkü endüstriyel içeceğin nesi ayrandır? Ya da böyle ayran olur mu?

İçeceklerden başladık devam edelim, artık adımız çay manyağına çıkmış, sanki binlerce yıldır, sabah gözümüzü açtığımız andan itibaren bu mereti içiyoruz. Oysa kahveyi satıp çaycı olmamızın üzerinden sadece bir asır geçmiş. Üstelik şimdi çayın tahtı yine kahve ile sarsılıyor. Kağıttan yapılmış küçük kovaların içine konan koyu sıvıya bakan bir Allahın kulu da çıkıp “böyle kahve mi olur” diye sormuyor.

Ben muhafazakarım, şu anda bu yazımı yazarken çayımı yudumluyorum. Çay yoksa, yazı da yok.

Bu toplum ise sanıldığı ölçüde muhafazakar değil.

Öncesini filan bir kenara bırakalım, kendimizi aldatmayalım. Türkiye, kapitalistleşmede bir hayli yol aldı. Geç kapitalistleşti, kapitalizmin geç döneminde, bütün uğursuzluklarını yaşadı. Burjuva devrimini, konsolidasyonu, faşizmi, liberalizmi, sosyal demokrasiyi çok kısa bir zaman aralığına sığdırdı. Emperyalizmin oyun alanına çevirdiği bir coğrafyada, olmadık operasyonlara konu oldu. Yanı başındaki Sovyetler Birliği’nden etkilenmesin diye dünyanın kiri bu ülkenin üzerine döküldü. E kapitalizmin kendisi kirli zaten.

Keşke bu toplum iddia edildiği ölçüde muhafazakar olsaydı.

Öyle değil. Türkiye toplumu sersemleştirilmiş, çürütülmüş, değişime hiçbir biçimde direnememiş ama ilerlemeye düşman edilmiş.

Dedim ya öncesi bir yana, Türkiye’de dinsellik çürümenin üzerini örtüyor.

Osmanlı düşkünlerinin Osmanlı’nın kültürel mirasını korumak bir yana, onu yok etmek için her tür rezilliği yaptığı bir ülkede yaşıyoruz. Evet, böyle muhafazakarlık olmaz.

Türkiye’de muhafazakarlık sanıldığından daha fazla devletlidir; iktidar belirlenimlidir.

Bugün AKP’nin yararlandığı, kullandığı, toplumda kök salan saf, çocuksu, berbat bir dünyanın tehlikelerinden korunup pisliklerinden arınmak için sarılınmış bir maneviyatçılık değildir. AKP, toplumu çürümeye ortak eden kanallar açmıştır.

Karşımızda kutsal değerlerin kullanım hakkını satın almış bir iktidar var. Söylediği de şu: “Yaklaşmayın, kutsal değerler adına bu milleti üzerinize salarım”!

Geçen yıldan herkes farklı sonuçlar çıkarıyor. Haziran’ın en önemli mesajlarından biri bana göre işte buydu: Salamazsın!

Şimdi bu nedenle tahkim ediliyor gericilik.

Bu işlem sırasında, “oturup düşünelim, insanlar neden din istismarcılarının peşinden gidiyor” muhakemesi yapılmamalıdır. Bu tuzaktır. “Gerçek din bu değil” üzerine kurulu stratejiler ise hem tuzak hem intihardır.

Türkiye’de çürümenin farkına varan veya varacak olan inançlılara seslenmenin tek yolu, siyasi ve ideolojik yönelimini dinsel referanslarla belirlemeyen milyonlara kuvvet ve doğrultu vermekten geçiyor. Büyük azınlık diyelim onlara… Yeterli.

Karşıdaki bloğu dağıtıp, cehalet ve kötülüğe daraltmak için yeterli.

Böyle muhafazakarlık olmaz ama bu işler bu ülkede böyle olur!