Bir Söyleşi Üzerine

Bu yazı Salı günü için düşünülmüştü, tereddüt ettim. Kararsızlık uzun sürünce soL okurlarının pek yakından bildiği yazı düzensizliğime bir yenisini eklemiş oldum (“şu günler yazar” ibaresinin sanıyorum kaldırılması gerekiyor, “canı istediğinde yazar” okurun kafasında şekillenen yargı olsa gerek, oysa “elinden geldiğince yazmaya çalışıyor”um).

Tereddütümün nedeni yazacaklarımdan kuşku duymam değildi. Henüz kısa sayılabilecek bir süre önce soL’da ÖDP Kongresi’ne ilişkin yazım çıkmışken, bir kez daha bu partiye yer vermenin yanlış anlaşılmasından korktum. Aslında yanlış anlaşılmaktan pek çekindiğim de yok ama yazdıklarıma gerek ÖDP, gerek TKP üyeleri arasında gerçek karşılığı olmayan niyetler yakıştırılmasından kaygı duyduğumu söylemek zorundayım.

Yazacaklarım Alper Taş’ın soL’da yayınlanan söyleşisiyle ilgiliydi. Sonra söyleşiyi bir kez daha okudum ve yazma hakkımı kullanmaya karar verdim. Bir siyasi partinin Genel Başkanı, bir başka siyasi partiye yakın bir yayına görüşlerini aktarıyorsa, doğrusu söylenenlere sessiz kalmak mıdır? En iyisi birbirimizin söylediklerine satır aralarında yanıt vermek veya bütün yükü “resmi” görüşmelere, toplantılara devretmek midir?

ÖDP Genel Başkanı’nın söyleşi boyunca dillendirdikleri kadar dillendirmedikleri, söyleşinin kapsamına girmeyen konulardaki görüşleri elbette önemlidir. Örnek olsun, söyleşiyi gerçekleştiren Nevzat Evrim arkadaşımız “geride bıraktığımız yüzyılın sosyalizm deneylerine ilişkin ne düşünüyorsunuz” türünden bir soru yöneltseydi ya da “Çin’de geçtiğimiz haftalarda yaşananlar”a girilseydi, Alper Taş ne kadar nezaket sınırları içinde kalırsa kalsın, benim de dahil olduğum birilerinin hiç hoşuna gitmeyecek şeyler söyleyecekti. Yeri geldiğinde söylüyor da...
Bizim de ne söylediğimiz belli. Eminim Alper Taş ve arkadaşları, bazı konularda “ne diyor bunlar” tepkisini veriyordur.

Bununla birlikte, kısa sayılmayacak söyleşide söylenenlerin tamamına büyük bir yakınlık duyuyorsam ve bu duygunun “kişisel” olmadığını düşünüyorsam, ama’ları, fakat’ları bir kenara bırakarak bunu da ifade etmem gerekiyor.

Tamamına diyorum, hemen sorulacaktır “Birinci TİP ve 1970’lerin Dev Genç’i olma”, “parti olma” ile “parti olmayan parti olma” hedefleri ne olacak diye...

Evet, bu fikre de yakınlık duyuyorum. Örgüt belirlenimli bir siyasi yapının böyle bir sentezi kendine hedef belirlemesi elbette mümkün değil. Ama “hareket”i ilk sıraya koyan ve kendini toplumsal hareketlerin dışında tanımlamaktan özenle kaçınan bir oluşumun geçmişe bakarken referans olarak seçtiği örneklerin, daha doğrusu bu örneklerden varılan sentezin ilerletici yanları olduğu kanaatindeyim. Örgüte öncelik veren, parti geleneğinden gelen bir oluşumun hareket boyutunu yaratmaya odaklandığı bir dönemde, hareket geleneğinde “parti”ye yer açma arayışlarının sistematik bir çabaya dönüşmesine yakınlık duyması doğal karşılanmalı.

Üstelik söylenenlerin kendi içinde tutarlı olduğunu da düşünüyorum.

Bütün bunlar zorlu Türkiye ve dünya siyasetinde bir doğrultu ortaklığı için yeterli midir?

Beni bu yazıyı yazmaya iten de zaten bu sorudur. Söylenmeyenlerin söylenmemiş olması ya da sorulmayanların sorulmamış olması, “kaçınma” kadar “öncelikler”le ilgilidir. Bugün Türkiye’de solun, sosyalizmin bir seçenek haline gelmesi, bunu dert edinenlerin önceliklerin baskısını iyi değerlendirmelerine ve bu baskıyla barışık olmalarına bağlıdır.

Alper Taş’ın öncelikleri, bizim için de geçerli. Ve Alper Taş’ın öykülediği Türkiye bizim de ülkemiz. Zaten bu nedenle onca tereddütten sonra bu yazıyı ille yazmaya karar verdim.

O öncelikler ve Türkiye gerçekliği, belli tasnifler yapmaya, belli başlıklarda konum ve inisiyatif almaya, zorluyor. Bundan kaçınmak, bunu ertelemek sanmıyorum ki çözüm olsun. Anlatılanlara sadakat beklentisi diyelim bu son söylediğime de...

“Bugün Türkiye toplumu derin bir bunalım içerisindedir. Bu sadece maddi bir bunalım da değildir. Emperyalizme bağımlı ilişkiler daha da derinleşmiştir, tekelci kapitalizm hegemonyasını artırmış ve ağırlığını oluşturmuştu. AKP eli ile halkın dinsel duyguları istismar edilerek tevekkülcü bir toplum yaratılmıştır. Halk neoliberal politikalara mahkum edilmiş ve bütün bunlar din iman ile cilalanmıştır. Bu yönü ile halk bütünüyle yoksullaştırılmış gelir eşitsizliği daha da derinleşmiştir, zengin daha da zenginleşmiş, fakir daha da fakirleşmiştir. Yani Türkiye emekçileri fazlasıyla yoksullaşmıştır.

Fakat maddi yoksullaşmanın dışında manevi yoksullaşmadan da söz etmek mümkün. Kapitalizmin ürünü olan neoliberal zihniyet insanlarımızı sadece maddi değil, aynı zamanda manevi anlamda da fakirleştirmiş toplumu birarada tutabilecek moral değerler açısından da büyük bir yoksulluğa itmiş vaziyettedir. Bugün Türkiye toplumu parçalı bir hale gelmiş durumda. Herkes yaşadığı krizi en yakınındakinin boğazına sarılarak çözmeye çalışıyor. ve toplumu bir arada tutan sevgi, saygı, paylaşma ve dayanışma gibi değerler altüst olmuş vaziyette.
Toplum toplum olmaktan çıkmış, buna paralel olarak da bir tür cemaatleşme ve bireycileşme gelişmiş durumda. O yüzden biz konferansta da söyledik: Türkiye toplumunu eşitlik ve özgürlük talepleri etrafında, bu değerler üzerinde yeniden kuracak olan tek şey bağımsız, devrimci, sosyalist bir harekettir.”

Buna izinsiz kendi imzamı da koyuyorum.

Hâl böyleyse, bunun gerekleri yerine getirilmediğinde sorarız “hâl böyledir” dediğimizden dolayı, gerekeni yapmadığımızda, yapmadığımız düşünüldüğünde sorulması ve söylenmesini dileriz.