Anlayış ve anlamak üzerine

Kemal Okuyan'ın “Anlayış ve anlamak üzerine” başlıklı yazısı 28 Mart 2013 Perşembe tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

“Silahlar susmasın” diyenler var. Bunların önemli bölümü, Kürt sorununu “terör”le özdeşleştiriyor ve AKP’yi buradan eleştiriyorlar. “Teröre taviz yok, savaşa devam.” İstedikleri bu. AKP’yle neredeyse başka dertleri yok.

Silahların susmasını istemeyenlerin bir bölümü ise, AKP’ye daha kapsamlı eleştiriler getiriyor, sık sık emperyalizmden, gericilikten söz ediyor. Onlara göre Kürtlerin eşitlik talepleri Türkiye üzerine oynanan oyunun parçası. Dolayısıyla burada en küçük bir zayıflık belirtisi gösterilmemeli, emperyalist planlar bozulmalı, terörle mücadele edilmeli.

Silahların susmasını Kürtler adına ihanet olarak görenler de var. Yani birileri, Kürt çocuklarının savaşmasından, doğal olarak da karşılıklı ölümlerden yana… “Ölmek ve öldürmek” konusunda kendilerini yetkili hissediyorlar demek ki… Yetkililer ve kararlılar: “Savaşmaya devam edin.”

Çok farklı saiklerle hareket eden bütün bu kesimlerin bir koalisyon oluşturduğunu filan söylemeyeceğim, böyle bir toptancılıkla hareket edilecek dönemde değiliz.

Ancak “silahlar susmasın”la özetleyeceğimiz yaklaşımın karşısındaki yaklaşım yalnızca “silahlar sussun” diye somutlandığında iş yine karışıyor.

“Silahlar susmasın” tuhaf bir pozisyon. Her açıdan…

Ne ki, bugün Türkiye’de temel olarak silahların susup susmamasının tartışıldığı çok ama çok büyük bir yalan. Temelde tartışılan bu olsa, işimiz kolaylaşırdı.

Günlerdir, Türkiye sosyalist hareketinin bugünkü “barış süreci”nin arka planında işleyen dinamiklere ilişkin dikkatli, kararlı ve cesur bir konumlanış içinde olması gerektiğini söylüyoruz.

Kimisi bunu “erken” buluyor, bir ötekisi “kötümserllik”le itham ediyor, bir başkası “niyet okuyuculuk”la eleştiriyor.

Doğal, çünkü kalkış noktalarımız oldukça farklı.

“Müzakere süreci bir mücadele sürecidir” güzel bir söz. Genel olarak hiçbir müzakere, hiçbir pazarlıklar mücadelesiz yürümez.

Peki nasıl bir mücadele veriliyor?

Burada Erdoğan’ın niyetini biliyoruz, bilmeyenleri solcu saymıyoruz. Orayı geçtik. Kürt siyasetinin niyetinin belli olmadığı ya da göründüğünden farklı biçimlendiği iddiasına nereye kadar hak verileceği de bir yerden sonra önemsizleşiyor.

Medyasıyla, uluslararası aktörleriyle, sermaye sınıfıyla ve iktidarıyla dayatılan ve bazı konuşma ya da metinlerle belgelenen doğrultuya karşı bir ağırlık oluşturulacak mı, oluşturulmayacak mı?

Mesele bu…

Bu ağırlığın “Du bakalım n’olcak” sorumsuzluğuyla oluşması mümkün mü? Masada AKP projesinin kaşısında antiiemperyalist, aydınlanmacı hatta kapitalizmi sorgulayan bir başka taraf mı oturuyor da biz “Bu işin sonucunu kestirmek zor” diyerek bekleyeceğiz?

Türkiye’de birileri, bu doğrultuyu, bu konumlanışı savunmak ve güçlendirmek zorunda. Bu ülkenin emekçileri için, bu ülkenin geleceği için…

Belirsizlik iki farklı yöne çekiştiren kuvvetlerin güç dengelerinin ürünü olabilir ancak. Eğer Sünni eksenine, Yeni-Osmanlı projesine, Suriye’ye dönük müdahaleye, yerelleşme adı altında sermayenin her yere nüfuz etmesine karşı ağırlık oluşturulmayacaksa, “belirsizlik” nerede?

Evet, bu sürecin istenen biçimde sonuçlanıp sonuçlanmaması da bir belirsizlik konusudur. Ancak içerikten bağımsız olan bu tür bir belirsizlikten sola bir gelecek çıkmaz. “Bu iş nasılsa yürümeyecek” beklentisiyle “Ne öyle, ne böyle” konumlananları büyük hayal kırıklığı bekliyor.

Bugün Türkiye’de Kürt halkının AKP iktidarıyla muhatap olmasının sorumluluğu Türkiye sosyalist hareketindedir. Kardeşliği ve birlikteliği ancak Türkiye’de ağırlık sahibi bir sol örebilirdi. Olmadı. Dolayısıyla bugün bir noktaya geldik. “Duralım, bekleyelim” diyenler, Türkiye’nin emekçilerine de, Kürt halkına da bir kez daha kötülük edecek. Bugünkü sürece, sürecin belirginleşen içeriğine “anlayış” gösteren bir sol, varlığını anlamsızlaştırır. Özetle, madem herkes birbirini anlamaya çağırılıyor, Türkiye solunun kendi kırmızı çizgilerini belirginleştirmek istemesi de anlayışla karşılanmalıdır.