9 dakika... (Bu Bir Siyaset Yazısıdır)!

Emek vermeden kazanma, adalet duygusunun yitimi, haksızlıkları kanıksama... Bunlar Türkiye toplumun başına bela edilmiş hastalıklardı. Avrupa Futbol Şampiyonası denk geldi tam oldu. Yok, "emek vermemek" diyemeyeceğim, futbolda bunun karşılığı herhalde mücadele etmektir ve bu açıdan Türkiye turnuvanın en son eleştirilecek takımlarından biridir. Ama konu hak, hukuk, adaletten açılacaksa, Türkiye'nin yarı finala kalması "şansa, küçük hesaplara, iman gücüne ve köşe dönmeciliğe" alışmakta olan insanımıza "neden olmasın, böyle de oluyormuş" dedirtecek bir gelişmedir.

Oynadığı dört maçta toplam dokuz dakika skor açısından üstün olan bir takım için "hak etti" diyebilecek var mı bilmiyorum. 390 dakikada dokuz dakika! Fatih Terim "bizim de bir bildiğimiz var" diyebilir, bütün bunları hesapladığını söyleyebilir, kim yutar bilmem. Sanıyorum Fatih Altaylı ender parlak yazılarından birinde "futbol Fatih Terim'in dahi imparator olmasına izin verecek kadar basit bir oyundur" türünden bir şeyler döktürmüştü, güzel doğrusu... Bu basitlikte dokuz dakikalık cinliklere yer yok.

Ama oluyor işte ve iyi ki oluyor, futbol seyredilebilme özelliğini koruyor...

Oluyor ve ne kötü ki oluyor, adalet duygusunun yitimi meşruiyet kazanıyor...

Peki bunun neresi siyaset yazısı?

Şurası: Dokuz dakika kültürüne toplumsal mücadelelerde yer var mı? Biraz daha daraltalım ve öbür taraf adına konuşmaktan vazgeçip soralım: Sosyalizm mücadelesinde eveleyip geveledikten sonra punduna getirip "büyük hamle"yi yapmak mümkün mü?

Soruyu genişletelim... Tutarsızlığı alışkanlık haline getirip, ilkesizliği ilke edinen, devrimci siyasetin (de) hiç kuşkusuz en önemli kurallarından olan "fırsat kollama"yı temel gündem yapan bir siyasi hareketin koşullar denk geldiğinde aradan sıyrılıp "başarı" ile tanışması mümkün müdür?

Teorik olarak mümkündür. Siyasi mücadelede "artistik puan" yok... Biz istediğimiz kadar mücadele estetiğinden söz edelim, mücadelenin kendisini güzelleyelim, son tahlilde, sonuç önemli: Kapitalizmden bir an önce kurtulmak, kurtuluşun önünü açmak. Bu da elbette tarihsel koşulların olgunlaşmasıyla, bazı gelişmelerin üst üste binmesiyle ve hatta rastlantı kategorisine sokabileceğimiz unsurların kendini göstermesiyle mümkün. Bir de devrimci iradeyi taşıyan kolektif öznenin ortaya çıkması, kendini hissettirmesiyle...

Peki o öznenin şekillenmesi ya da aradan sıyrılması "rastlantı kategorisi"ne girebilir mi? Tarih, kendine müdahale eden öznelerin tayininde keyfiliğe izin verir mi? Dokuz dakika kültürü devrimci, hadi daha insaflı olalım, sol, ilerici kampta tutar mı?

Tutmaz! Teorik olarak mümkün olana sınıf mücadelesinin yasaları izin vermez. Teorik olarak, devrimci bir krizde kimsenin siciline bakılmaz, toplumsal aktörler o ana yeniden doğar, yeniden konumlanırlar. Sınıf mücadelelerinin yasaları ise o krize müdahale edip ona yön verecek özneye içerilmiş emek ve zenginliğin belirleyici olduğunu söylüyor. Dolayısıyla tutarlılık, çalışkanlık, yaratıcılık, üretkenlik, dürüstlük gelip geçici, önemsiz özellikler değil. Bir devrimci hareket bunlar olmaksızın "altın gol" sevdasıyla yanıp tutuşsa bile "fırsat" asla bulamaz.

Bunlar olduğunda sonuç garanti değildir ama tarihsel bir iddiaya tutunmak için emek yoğun bir mücadeleden başka çare bulunmamaktadır.

Bütün bunları neden mi yazdım?

Ulusal futbol takımının başarısını düşündüm, Kaan Arslanoğlu'nun dün soL'da yayınlanan yazısını bir kez daha okudum, sonra Türkiye solundaki bazı aktörlerin devrim ve sosyalizme değil de (bu türden kaygıları çoktandır yok), "siyasal başarı" olarak kodladıkları sonuca ulaşmak için ne tür hesap yaptıklarını değerlendirdim. Ortaya bu yazı çıktı...

[email protected]