Türk Baharı

AKP iktidarınca Türkiye’nin yönetsel yapısında gerçekleştirilen dönüşümlerin, Arap Baharı ile benzeştiğini vurgulayabilmek amacıyla böyle bir başlık seçtim. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk değil, ikinci baharını yaşadığını da belirtmeliyim.

Birincisi 1980 yılında gelmişti. 24 Ocak kararları ile ülke kaynaklarının emperyalizmin hizmetine sunulabilmesi için yapılması gerekenler belirlenmiş ve 12 Eylül’ün sağladığı olanaklarla birer birer yaşama geçirilmişti. Elli yaşın üzerindekiler o yıllarda nasıl zorlu bir bahar yaşandığını anımsarlar.

Haklarını yememek gerek: Askerler de o dönemde görevlerini çok iyi yapmışlardı.

Emperyalist odaklar, dünyanın yer altı, yerüstü bütün kaynaklarını, tarihi ve kültürel değerlerini yağmalayabilmek için Arap ülkelerinde gerçekleştirdiği eylemleri bir süredir Arap Baharı adı olarak adlandırmaya başladı. Bu felaketin adına Türkiye’de “ileri demokrasi” diyenler de var.

Kapitalizmin krizi artık süreğenleşti. Eğer el koyacak yeni kaynaklar bulamaz, dünyanın geri kalan ülkelerini emperyalizmle bütünleştiremezlerse sistem çökecek.

Arap ülkelerine bu tür baharlar getirebilmek için çok uğraştılar. Muhalifler bulundu, her türlü silah, araç, gereç ve militan desteği verildi, gizli ya da açık askeri müdahaleler yapıldı, çokça da para harcandı.

Bu girişimler üç ülkede başarılı sonuçlar verdi. Sırada Suriye ve İran var. Irak’ta ise yeniden sorunlarla karşılaşılacağı anlaşılıyor.

Emperyalizme olan sadakati ve birinci Türk baharındaki deneyimi dikkate alınarak Arap baharında Türkiye’ye önemlice görevler verildi.

İkinci Türk baharı, iki dalga olarak geldi. Artçı dalgalarının olduğu da unutulmamalı. Birinci dalganın odak noktasının, talihin garip bir cilvesi olarak, 12 Eylül 2010 tarihine rastlayan Anayasa referandumu olduğunu söylemek yanlış olmaz. 1980 yılından bu yana hazırlanan bir ortamda yeşertildiği için toplumsal dirençle karşılaşmadı ve bu nedenle de darbe ya da devrimlere gerek olmadı. “sivil” olarak algılatılmaya çalışılan bir otorite eliyle oluşturulan korku, tehdit ve sindirme operasyonlarıyla istenen dönüşümler şimdilik gerçekleştirilebiliyor.

Türkiye’de uluslararası tekellerle bütünleşmiş ve yaşayabilmesi için emperyalizmin gelişerek sürmesi gerektiğinin bilincinde olan bir sermaye sınıfı var. Bunun yanısıra, dış dinamiklerin desteğini almış ve görevini başarıyla yürütmeye kararlı bir hükümet on yıldır iş başında. Türk baharının sonuçlarından zarar gören toplumun geniş kesimleri ise otuz yıllık uğraşının sonucunda duyarsızlaştırıldığı için tepki verebilecek durumda değil. Aslında neler olduğunun farkında da değil. Bu nedenle de AKP, neoliberal politikalara teslimiyet sürecini başarıyla yönetebiliyor.
Her ne kadar AKP, gücünü kendinden aldığını sanarak kimi zaman “iç politika ihmale gelmez, oy da gerekli” deyip, ABD ve AB’nin pek hoşuna gitmeyen çıkışlar yapıyor ve uyarıldığı oluyorsa da, ABD Büyükelçisi henüz “bardağın yarısından çoğunun dolu” olduğu görüşünde.

İkinci dalganın odak noktasında ise 2011 yılının son altı ayında çıkarılan 35 KHK var.

2010-2012 yıllarında gerçekleştirilen dönüşümlerin, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde 1923, 1960, 1980 yıllarıyla birlikte anılması gereken bir kırılma noktası olduğunu söylemek iddialı bir söz değildir.

Halktan ve Parlamentodan kaçırılarak, gece yarısı baskınlarını andıran yöntemlerle yürürlüğe giren 35 Kanun Hükmünde Kararname ile Devlet, piyasa yapısı içinde yeniden tanımlandı ve küresel kapitalizm ile ülke pazarının bütünleşmesinin önündeki bütün engeller temizlendi. Daha da ötesi, bugüne değin kamu hizmeti kapsamında görülen ve bu nedenle de henüz özelleştirilememiş alanlarda devletin işletmeci gibi davranması öngörüldü. Hizmetler ticarileştirildi, piyasalaştırıldı, metalaştırıldı, olabilenler özelleştirildi, kalanları ise özelleştirmeye hazırlandı. Kısacası ülkenin yönetim yapısı, emperyalist istekler doğrultusunda esaslı bir biçimde değiştirildi ve güncellendi.

Yapılan değişiklikleri, ayrıntılarından ayıklayıp bir bütün olarak değerlendirdiğimizde genel eğilimi açıkça görebiliyoruz.

Merkezi bir plandan çok önceleri vazgeçilmiş, bunun yerini emperyalist odakların yönetiminde hazırlanan Ulusal Plan, Sanayi Strateji Planı, gibi adlarla anılan planlar almıştı. Bu fiili durum, üstelik daha da işlevselleştirilerek kurumsallaştırıldı. AB Bakanlığı adlı bir bakanlık ve 9 ayrı bakanlıkta AB ile İlişkiler Daire Başkanlıkları kuruldu.

Hazine topraklarının yönetilme rejimi değiştirildi. Yatırım projelerinin desteklenmesi adı altında kamu ya da özel, kimin mülkiyetinde olursa olsun, ülkenin ormanları, suları, tarihi ve kültürel değerleri, kısacası ülkenin her karış toprağı, kimsenin itiraz edemeyeceği bir ortam hazırlanarak sermayenin yağmasına sunuldu.

Yerelleşmenin yararlarına güzellemeler yapılırken göreli de olsa bağımsız çalışabilen Koruma Kurulları ile SPK, Kamu İhale Kurumu, EPDK, Tütün Kurulu ve Şeker Kurumu gibi üst kurullar Bakanlıklara bağlanarak yetkileri merkeze alındı. Dahası, bütün KHK’larda sivil toplum, katılımcılık gibi sözcüklere yer verilmesine karşın, yağmaya karşı direndiği için TMMOB, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın güç ve etki alanına alındı.

Devletin bütün kurumlarının işletmeci gibi davranması öngörüldü ve vatandaşlık kavramı, ülke hukukundan çıkarıldı. Ülkede yalnızca müşteri olarak yaşanabileceğine yapılan vurgu daha da güçlendirildi.

Orman Genel Müdürlüğü’nün “ormanları” değil, “orman kaynaklarını” ekolojik ve ekonomik ilkeler doğrultusunda yönetmesi ve işletmesi öngörüldü. Yani temel vurgu ormanların korunmasına değil, ormanların sürekli gelir getirebilmesine yapıldı. Orman Genel Müdürlüğü’nün, yeni orman yetiştirme görevi kaldırıldı. 2B olarak adlandırılan orman niteliğini yitirmiş bölgelerin satılmasını öngören Yasa tasarısı ise bugünlerde TBMM’de görüşülüyor.

Köy ve köylünün kalkındırılması görevi, merkezi yönetimin hizmet alanından AKP iktidarı döneminde daha önce çıkarılmış, İl Özel İdarelerine devredilerek, yerelleştirilmişti. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı kaldırıldı, yerine Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı kuruldu ve terminoloji değiştirildi: “Köylerin kalkındırılması”, “…altyapılarının yapılması” vb. sözcükler yerlerini “tarım sektörü” , “kırsal kalkınma” terimlerine bıraktı.

Sağlık Bakanlığı, sağlık hizmeti alanından çekildi ve bu görev kârlı çalışmak zorunda olan hastane birliklerine devredildi. Bakanlığın görevi, politika geliştirmek, değerlendirmek, izlemek gibi faaliyetlere indirgendi.

Devletin daha kârlı işletmecilik yapabilmesi ve sermayeye sunulacak yeni alanlar açılabilmesi için hukuk, iktisat, maliye, işletme fakültelerini bitirenlerden oluşan “sağlık uzmanı”, “gıda, tarım, hayvancılık uzmanı”, “orman uzmanı” gibi kadro unvanları oluşturuldu.

İşletme yönetiminin temel mantığıyla çeliştiği için kamuda güvenceli çalışmanın yerini sözleşmelilik aldı. Üst yönetim ve hizmeti yürüten personelin ücretlerinin Bakanca belirleneceği, kâr elde edilmesine yeterli katkı veremeyen ya da iktidarın isteklerine ayak direyenlerin ise sözleşmelerinin yenilenmeyeceği bir düzen kuruldu.

Eğitim etkinliği, küresel düzeyde rekabet gücü yüksek bireyler yetiştirmek vurgusuyla yeniden tanımlandı.

Bilim de KHK’lardan payını aldı. TÜBA, TÜBİTAK gibi kurumlar, hükümetin egemenliği altına girdi.

Yoksulluğun hızla arttığı bir toplumda, insanlara tevekkül aşılamak gerekiyor. Bu amaçla dinsel inançların uysallaştırıcı etkilerinden daha çok yararlanılabileceği bir ortam hazırlandı.

Anayasa değişiklikleri ve KHK’lar ile yargıda reformlar yapılmış, yargı hükümetin güç ve etki alanına sokulmuştu. Üçüncüsü TBMM’nin gündemine alındığına göre bununla yetinilmeyeceği anlaşılıyor. Sırada sendikalar Yasası olduğunu da unutmamak gerekiyor.

Son baharın, daha açık deyişle son darbenin Anayasa paketiyle geleceği, birinci Cumhuriyetin bittiğinin resmen ilan edileceği günün yaklaştığı anlaşılıyor.

Ayağımızı denk almak zorundayız.