Sermaye sınıfı ve yolsuzlukla mücadele

Birkaç gün önce IMF’nin yolsuzlukla mücadeleyi konu alan bir politika belgesi yayımlandı. Raporda, ülkeler ayrıntısında değerlendirmeler yok. Ama “iş dünyası” ve AKP, belgedeki genel yargılara bakarak yabancı yatırımları olumsuz etkilemesinden korkuyor.

Yarası olan gocunur elbet.

Yolsuzluk ve mücadele sözcüklerini çok sık duyarız. Ancak içeriğini çok azımız merak edip araştırmıştır. Kısaca değerlendirmekte yarar var.

Yolsuzlukla mücadele denildiğinde akıllara hemen, yürütme organından (İdare) bağımsız, Sayıştay gibi dış denetim kurumları gelir. Oysa yolsuzluğu konu alan belge, sözleşme, rapor ve benzeri metinlerde, “Yolsuzlukla mücadele, yürütmenin yükümlülüğündedir” gibi sözlere çokça rastlanır.

Yürütme organı, yolsuzlukları önlemek amacıyla etkili yöntemler bulmak, geliştirmek ve kararlı biçimde uygulamakla yükümlüdür.

Dış denetim kurumlarının görevi ise, İdarenin bu konudaki başarısını denetlemek, karşılaştığı yolsuz işlemleri sergilemektir.

İyi işleyen bir devlet örgütünde, yönetim pratiği ile denetim bulguları/önerileri değerlendirilir; yönetsel yapı, bu bilgilerin ışığında, yolsuzluklara karşı daha uyanık olabilecek bir anlayışla sürekli tahkim edilir.

Ancak yukarıda anlatılanlar, işin yalnızca teknik boyutudur. Çağımızda yolsuzlukla mücadelenin asıl sahibi sermaye sınıfıdır.

Karşımızda yekpare bir güç olarak durdukları için sermaye deyip geçiyoruz ama bileşenlerini oluşturan şirketlerin, tekellerin, holdinglerin de aralarında rekabet olduğunu unutmayalım. Yarışmanın kuralları önceden belirlenip herkesin uyması sağlanamazsa sistem tehlikeye girebilir.

Sistemi, yarışmanın yıkıcı etkilerinden koruyabilmek amacıyla konulan kurallar; kapitalizmin ahlakıdır. Bu kurallar, uygar(!) bir görünüm kazandırdığı için sistemin meşruiyetine katkı da sağlar.

Kamu ya da özel hiç fark etmez, herhangi bir ihalede istekliler, rüşvet, etkili kişilere yakınlık ya da siyasal etkilerin olmadığı bir ortamda yarıştıklarını görüyor ve “hakkı olanın” kazanacağına inanıyorlarsa, mafya çağrıştıran yöntemlere başvurmayacakları varsayılır.

Yolsuzlukla mücadele kavramının filizlendiği geçtiğimiz yüzyılın başlarında bu suçun, yalnızca kamu görevlilerince yapılabileceği düşünülüyordu. Dünya Bankası'nın tanımı şöyleydi: “Kamu gücünün özel çıkarlar amacıyla kötüye kullanılması…” Her ne kadar bu işler siyasetçi ya da bürokrat avlanarak yürütülüyorsa da sonraları, asıl sorumlunun, büyük çıkarlar sağlayan özel kuruluşlar olduğu kabul görmeye başladı. Tekeller artık aralarında “ahlak sözleşmeleri” imzalıyor.

Peki, konulan kurallara, bağıtlanan sözleşmelere uyuluyor mu? Yolsuzluğun önlenebilmesi için yapılanlar yeterli olabiliyor mu? Bunlar aslında rakiplerin sorması gereken sorular. Devlet, saydam, hesap verebilir yönetim örgütü kurabilmişse doğru yanıt vermiş sayılıyor.

Sermayenin uluslararası mali ve düşünce kuruluşlarını “yolsuzlukla mücadelede” ön saflarda görüyoruz. Bunlar, ürettikleri bilgilerle, ortaklaşa yürüttükleri projelerle, kamu yönetiminin daha etkili mücadele edebilecek bir yapıya kavuşturulması için çalışıyorlar.

Yaptıkları işin tam adı: Kapitalizmin ahlak bekçiliği.

İş “kapitalizmin ahlak bekçiliği” olunca, sistem için yararlı olabilecek ya da zarar vermeyecek olaylar, ilgi alanlarının dışında kalıyor.

Geri bıraktırılmış ülkelerin zenginliklerine el koyabilmek amacıyla, darbeler örgütlenmesi; savaşlar çıkarılması; milyonlarca insanın öldürülmesi, yurtlarından edilmesi; insanlarının denek olarak kullanılması… Bunlar ve daha niceleri, kapitalizme zarar vermediği için mücadele edilmesi gereken yolsuzluklar arasında sayılmıyor.

Kapitalizmin krizleri, uluslararası dev tekellerden, ülkelerdeki küçük işletmelere kadar bütün sermaye gruplarının vahşileşmesine de yol açıyor. Daha etkili yöntemler bulunup dizginlenemezlerse sistem tehlikede.

Bu yüzden de Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, OECD, Avrupa Konseyi yakın ilgi gösteriyor. Temel uğraşı alanı yolsuzlukla mücadele olan Uluslararası Şeffaflık Örgütü ülkelerde her yıl yolsuzluk algısı araştırmaları yapıyor. Dünya ölçeğinde yolsuzlukla mücadele yürütmek amacıyla kurulmuş 20’ye yakın örgüt ve çok sayıda sözleşme var.

Türkiye’nin bu kuruluşların hepsiyle başı dertte. Uluslararası şeffaflık örgütüne göre Türkiye yolsuzlukla mücadele konusunda çok isteksiz. Ülkeler arasındaki yolsuzluk algısı endeksinde her yıl 5-6 sıra birden gerilere düşüyoruz.

2011 yılında aralarında Obama ve Tayyip Erdoğan’ın da olduğu 46 ülke devlet ve hükümet başkanlarının katılımıyla New York’da görkemli bir törenle Açık Yönetim Ortaklığı kurulmuştu. 2016 yılında üye ülke sayısı 60 olmuştu. Ama aynı yıl Türkiye üyelikten atıldı.

Türkiye’de sermayenin, geleceğini güvenceye almak gibi bir gündemi yok. Uluslararası tekellerin birer şubesi gibi çalışıyorlar, çünkü hepsi yaşayabilmek için onlara muhtaç. Ve giderek bağımlılık artıyor.

Vahim bir durumdayız ve ülke seçime kilitlendi. Tayyip Erdoğan’ın karşısına kimi çıkarırsak düşürebiliriz diye millet birbirine giriyor. Önerdikleri adaylara bakıyorsunuz, hiçbirinde hayır yok. Aklınıza bunlardan kurtulabilmek için yaptığımız mücadeleler geliyor.

Dünyayı sınıf gözlüğüyle algıladığını düşündüğümüz çok sayıda örgütün; çok sayıda kişinin elverişli aday peşine düşmesini sindirebilmek kolay değil.

Bu aymazlıktan kurtulabilmeliyiz.