Referandumdan sonra...

Tayyip Erdoğan, Özal ve Demirel’in yanlışına düşmedi. Onlar, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra partileri üzerindeki egemenliklerini, “emanetçileri” aracılığıyla sürdürmeye çalışmışlar, ancak işler uzaktan kumandayla yürümemiş; doğal liderlerinden yoksun kalan partileri, zaman içinde yitip gitmişti.

Onların deneylerinden ders aldı; Partisinin dizginlerini bırakmadan Cumhurbaşkanlığını sürdürebileceği “hukuksal” bir ortam oluşturdu. Böylelikle en acil sorunu şimdilik çözdü. Bizim de partili olsa da tarafsız sayılan bir Devlet başkanımız oldu.

Peki, bu durum akla, mantığa, hukuka uygun mu?

Elbette değil! Ancak AKP kadrolarının güçlerini, haktan; hukuktan; adaletten almak gibi dertleri hiç olmadı. Üstelik bu özelliklerini gizlemeye çalışmadılar; güçlü olduklarını dosta düşmana göstermek amacıyla her fırsatta haykırdılar. Çünkü İktidarlarını sürdürebilmeleri için, adaleti savunmak değil, yönetebilme güçlerini yitirmediklerini, içeride ve dışarıda, kanıtlamaları gerekiyor.

Peki, Türkiye’nin ekonomik ilişkilerini sürdürdüğü “çağdaş” ülkeler, Türkiye’de demokrasi olmasını istemiyor mu, onlar neden karşı çıkmıyor?

Neden çıksın! Emperyalizm, hak; hukuk; adalet; demokrasi; laiklik gibi değerlerle değil, parayla beslenir. Av sahasındaki ülkelerde bu değerler yerleşirse, işçi, köylü, aydın ve yurtseverler, ülkelerini ve sınıflarının çıkarlarını daha güçlü savunabilme olanağına; daha da önemlisi o bilince kavuşurlar. Türkiye büyük bir Pazar; kapitalist dünyada kimsenin hak, hukuk diye tutturup, çıkarlarından vazgeçmek gibi bir lüksü olamaz.

Bakmayın AB’nin, AGİT’in eleştirilerine; Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Türkiye’nin denetime alınması kararına; Putin’in, Merkel’in, Trump’ın hoşnut olmadıklarını gösteren davranışlarına.

Ekonomik yaptırımlarla desteklenmeyip, sözde kalan eleştirilerle ancak insanların gözleri boyanır. Başka işe yaramaz.

Benim kuşağım bu gerçeği 12 Mart’ta; 12 Eylül’de yaşayarak öğrendi.

AKP’yi eleştiren ülkeler ve uluslararası kuruluşlar, çıkarlarına aykırı sonuçlar doğurabilecek ekonomik yaptırımlardan özenle kaçınıyorlar. Hepsi; “aman ürkütmeyelim yoksa başkalarına kaptırırız” kaygısı taşıyor.

Tayyip Erdoğan, bu gerçeği bildiği için emperyalist odakların eleştirilerini, fırsata dönüştürmek amacıyla kullanıyor. Ülkesinin ve milletinin çıkarı uğruna yedi düvele savaş açmış lider algısı oluşturabildiği oranda, güç ve itibarının tazeleneceğini düşünüyor. Emperyalist odakların nezdinde gözden düşmemek için gücünü her an kanıtlamak zorunda ve bu işi giderek zorlaşıyor.

AKP’nin Anayasayı değiştirdiği yöntem, “baskın” dışında bir sözcükle anlatılamaz. Zaten kendileri de “Atı alan Üsküdar’ı geçti” atasözüyle bu gerçeği açıklamış oldular. Meclisteki sayısal güçlerine dayanarak yasayı çıkardılar; Devletin bütün olanaklarını güç gösterilerinde kullandılar; YSK’nın da katkısını alarak oyların çalınmasına göz yumdular ve kıl payıyla da olsa Anayasa dedikleri ortaçağ kalıntısı bir diktatörlük belgesini dayattılar.

Danıştay’ın yürütmeyi durdurma ve iptal başvurusunu reddetmesiyle yüksek yargının gölgesi altına girdiler. Geride bir tek Anayasa Mahkemesi kaldı. Oradan da yolsuzlukları dikkate alan bir karar çıkma olasılığı güçlü değil.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi umudu henüz tükenmediyse de, sonuç almak uzun bir zaman gerektirdiği için daha sonra gündeme gelecek.

AKP, referandum sürecinde ne kadar güçlü olduklarını doyasıya gösterme fırsatına kavuştu.

Şimdi de 6 ay içinde uyum yasalarını çıkarıp süreci bitireceklerini söylüyorlar.

Bu gidişin mutlaka durdurulması gerekiyor.

Mecliste durdurulabilir mi? Yanıtı çok açık: durdurulabilecek olsaydı anayasa geçmezdi.

Meclisteki muhalefet nedense daha etkili yöntemler düşünemiyor. Kılıçdaroğlu, uyum yasaları geldiğinde Parlamentoda ciddi muhalefet yapacaklarını söylüyor. Oysa bu yolun etkisiz olduğunu yıllardır biliyoruz. Bu güne kadar HDP ve MHP’nin de katkı vermesine karşın, yasaları en çok bir iki gün geciktirebilmenin dışında ellerinden bir şey gelmedi. Şimdi MHP desteği de kalmadığı gibi HDP milletvekillerinin çoğu meclisten uzaklaştırılmış durumda. Etkili çözümler üretemezlerse; “hiçbir zaman meşru saymayacağız” gibi sözlerin hiçbir anlamı yok.

AKP’nin ise, muhalefetin isteklerine pek pabuç bırakmayacağı anlaşılıyor. Çok kararlılar. Binalı Yıldırım, uzlaşı ararız, yoksa yolumuza devam ederiz gibi sözler ediyor. Bekir Bozdağ ise, tasarıların hazır olduğunu; teknik ve emredici konuların düzenlendiği bu tasarılara karşı partilerin farklı bir tercihte bulunma şanslarının olmadığını söylüyor.

Referandum sonrasında karşımızda iki seçenek belirdi: ya tükeneceğiz ya yeniden dirileceğiz.

Tükenmemek için bir an önce örgütlenmeliyiz.

Boyun eğmeyenlerin toplandığı Halk Komitelerine ne dersiniz?