Kurtarıcılar ve kurtarıcılardan kurtulmak

Benim kuşağım üç darbe yaşadı.

İlki; Demokrat Partiye karşı yapılmıştı ve “demokrasinin yeniden tesis edilmesi” hedefi vurgulanıyordu. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’dekilerin ana teması ise; “anarşi ve terörün” önlenmesiydi.

İlkinde, kamu yönetim sistemine Senato ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar eklemlendi. Mecliste kabul edilen yasalar, 150 üyeden oluşan Senato’da da kabul edilmek zorundaydı. Senatörlerin, üniversite bitirmiş olmaları koşulu vardı ve iki yılda bir yapılan seçimlerle üçte biri değişiyordu. Böylelikle Senatoda, Meclisten farklı bir siyasal bileşim oluşuyor; uzlaşma olmaksızın yasa çıkarılamıyordu.

Anayasa Mahkemesi ise başvuru üzerine harekete geçiyor ve yasaların Anayasaya aykırı olup olmadığını denetliyordu. Mahkeme üyeleri, siyasal iktidarların güç ve etkisinden korunduğu için kararlarını, üzerlerinde baskı hissetmeksizin verebiliyorlardı.

Bütün bu özellikleri nedeniyle 27 Mayıs, kendisinden sonra gelen iki darbeden ayrı bir yere konulur.

Öyledir de.

Ancak biz yine de, Dünya kapitalist sisteminin 1960’lı yıllardaki isterlerini; içerdeki egemen güçlerin uluslararası sermayeye eklemlenme çabalarını; Ülkenin 1961 yılını izleyen 11 yıl süresince IMF politikaları doğrultusunda yönetilmesi gibi olguları bir yerlere not edelim.

Zaten demokrasi rüzgârı da çok uzun süre esemedi.

Başta sendikal haklar olmak üzere 1961 Anayasasıyla getirilen hak ve özgürlüklerin kullanılmasını sistem taşıyamadı. O dönemdeki moda deyişle; “sosyal uyanış, ekonomik kalkınmayı aşmıştı ve Anayasa, bol geliyordu.” Hakların kullanılması, çoğu kez yasalara aykırı yöntemler de kullanılarak, baskılanmaya çalışıldı. 12 Mart 1971’de yapılan darbe sonrasında ise Anayasa ve yasalar değiştirilerek baskılar, yasal zemine kavuşturuldu.

Benim kuşağım, 12 Mart 1971 ve sonrasında yaşananları unutamaz. Acıları bugün de tazedir.

1971-1980 yıllarında Ülke, güçsüz ve kısa süreli CHP iktidarlarınca ama daha çok Adalet Partisi, MHP ve MSP’nin kurduğu, Milliyetçi Cephe olarak adlandırılan koalisyonlarla yönetildi. Bu arada bolca da sıkıyönetimler yaşadık.

Zaman içinde 1971 yılında yapılanların eksik kaldığı görüşü öne çıktı: sosyal uyanışı baskılayıp, ekonomik kalkınmayla uyumunu sağlayabilmek için daha radikal önlemlerin alınması gerekiyordu.

Bu arada sermayeyi rahatlatacak kararların alınmasını ve uygulanmasını kolaylaştıracak bir darbenin ortamı adım adım hazırlanıyordu: Ülke kan gölüne dönmüştü ve halk, umutsuzca bir kurtarıcı arıyordu.

Emir komuta zinciri içinde hareket eden bir ordu ve imam hatipli çocuğu olmakla övünen ordunun başındaki Kenan Evren, bu iş için çok elverişliydi.

Ülkeyi bir günde anarşi ve terör ortamından kurtardılar.

Ama bizler, kurtarıcılarımızdan bir türlü kurtulamadık. Yol açtıkları yıkım çok kalıcıydı çünkü.

Ülkenin bugünü, onların attığı temeller üzerine yükseldi.

1980’li ve onu izleyen yılların moda söylemlerini anımsayalım: Büyük bir heyecanla, “dışa açılmaya” çalıştık. Hedefimiz “döviz getirici faaliyetler” olmalıydı. Vergiler artırılarak, ücretler baskılanarak, iç tüketim sınırlandırılmalı; para eden her şey özelleştirilmeli/satılmalıydı. Kamu hizmeti zihniyetinden de vazgeçilmeliydi. Çünkü hem verimsizdi, hem de adaletli değildi. Herkes, kullandığı hizmetin parasını ödemeliydi.

Bütün bunların gerçekleştirilmesi, baskı, korku ve dinsel inançların uygun dozlarla kullanılmasını gerektiriyordu. En yüksek dozu uyguladılar.

İşte bütün bu nedenlerle de, yetmişine merdiven dayamış olan benim kuşağım, darbeleri ve darbecileri hiç sevmez.

15 Temmuz günü başarısız bir darbe girişimi yaşadık. İyi ki de başarısız oldular.

Başarısızlıklarına seviniyoruz elbette. Bir darbe belasından kurtulduk: Ancak kazanan, demokrasiye pek benzemiyor.

Demokrasi bir yana, Türkiye adlı bir devletin varlığını gösteren belirtiler de giderek yok oluyor.

Kurtarıcılardan kurtulamazsak işimiz zor.