Kapitalizm insan doğasına aykırıdır

Bize insanın bencil ve yarışmacı bir doğası olduğu Sosyalizmin eşitliği öngörmekle, insanın doğasındaki yarışmacı ruhunu göz ardı ettiği, yaratıcılığını yok saydığı öğretildi. Bu söylem, savaşların kapitalizmden önce de var olduğu vurgulanarak insanların aslında vahşi birer varlık olduğuna kadar vardırıldı.

Yarışmacılık, insanın doğasında vardır elbette. Bencillik de öyle. Çünkü insan doğanın bir parçasıdır ve doğada bencillik ve yarışma vardır.

Sözgelişi, ormanlardaki ağaçların uzun olması bencilliğin eseridir. Beslenebilmeleri için güneş ışınlarına ulaşmaları gerekir çünkü. Güneşi göremeyenler yaşayamaz. Ama bu bencillikleri ne türlerinin ne de doğanın yok olmasına yol açar. Tersine havadaki serbest karbondioksiti diğer canlıların yaşayabileceği düzeyde tutar. Daha da ötesi, oluşturduğu ortam, bütün canlıların yaşam güvencesidir. Doğa bu sayede her an kendini yeniden üretir. Bir başka deyişle, bize bencillik olarak sunulan özellik, aslında dayanışmadır.

İnsan doğasından söz etmeden önce temel bir yanlışın düzeltilmesi gerekiyor: Sosyalizm, kaynakların herkese eşit olarak dağıtıldığı değil, üretim araçlarının toplumun mülkiyetinde olduğu bir sistemin adıdır. Sosyalizmde gerçek anlamda fırsat eşitliğinin ancak sınıfsız bir toplumda gerçekleşebileceği vurgulanır ve eşitlik ilkesinden, kaynakların herkese eşit olarak dağıtılması değil, herkesin gerçek gereksinmelerinin karşılanması anlaşılır. Bu nedenle de sosyalizmi öğrenmek için, dağıtım değil üretim için öngördüklerinden başlanması doğru olur.

Sosyalizm ve kapitalizm yorumlarını, kapitalizmin ulularının kitaplarından okumak öğretici ve kimi zaman da oldukça keyifli olabiliyor. Samuelson’un 1965 yılında Türkçeye çevrilmiş olan İktisat adlı bir kitabından söz edeceğim. Biliyorsunuz Samuelson’a “Statik ve dinamik ekonomik kuramını geliştirdiği ve ekonomi biliminde analiz düzeyini yükseltmede aktif olarak katkı sağlayan bilimsel çalışması için” 1970 Nobel Ekonomi ödülü verilmişti. Bu nedenle kendisini kapitalizmin ulularından biri saymak doğru bir tanımlamadır.

Samuelson, sosyalizmin dağılım değil üretim önceliğini bilmiyor ya da söylemiyor. Sözünü ettiğim kitabında, üniversite öğrencilerine sosyalizm ve kapitalizmin karşılaştırıldığı bir masal anlatır. Flandres bölgesinde iki kral vardı der. Zip ülkesindeki, adil bir kraldı. Kıtlık dönemlerinde kente gelen besin maddelerini adil bir fiyat vererek satın alır, adil olarak kentliye dağıtır, kıtlık uzadıkça insanlar krallarından memnun, açlıktan birer birer ölürlerdi. Anlaşılacağı üzere bu kral sosyalistmiş.

Zog Kralı ise bu işlerle uğraşmazmış. Tüccarlar bolluk zamanlarında besin maddesi stoklar, açlık zamanlarında iki katı fiyata satarlarmış. Halk besin alabilmek için her şeyini tüccarlara kaptırır, satacak bir şeyi kalmadığında da borçlanırmış. Samuelson “Kıtlık bittiğinde bütün şehir tüccara borçlu idi, fakat yaşıyordu. Tüccarlar ise servetlerini en az 20 kat artırabilecekken öteki tüccarların rekabeti sonucunda yalnızca 4 kat artırabilmiş olmalarından yakınıyorlardı.” diye bitirir masalını. Küçük de bir yorum ekler masalına “Bu öyküden basit bir ders çıkartmak mümkün olmayabilir. Ama kaynakların etkili biçimde dağıtılmasında fiyatın önemi ortaya çıkıyor.

Samuelson’un, kapitalizmin en önemli sloganlarından biri olan arz-talep yasasına ilişkin görüşleri de ilginçtir. Aynen aktarıyorum: “Mallar en fazla oyun yani doların olduğu yere doğru akar. Bu sisteme göre, kemik hastası fakir bir çocuğa verilmesi gereken süt, zengin bir adamın köpeğine verilecektir. Neden? Arz ve talebin fena işlemesinden mi? Bilakis: sütün köpeğe verilmesi arz ve talebin iyi işlediğini gösterir.
Bu durumun onaylanacak bir yanı olmadığının da farkındadır. Ama bu konunun iktisat bilimi dışında, bir ahlak sorunu olduğunu belirtir ve bunu irdelemek benim işim değil diyerek işin içinden çıkar.

Biliyorsunuz iyi bir kapitalist, her şeyin fiyatını bilir ama değerini asla.

Şimdi Kapitalizm ve insan doğası konusundaki tartışmamızı sürdürebiliriz.

Sosyalizmin, insanın yaratıcılığını yok ettiği savının itibar edilebilecek hiçbir gerçekliği yoktur. Hiç kimse kapitalist sistemde tekellerin çıkarına olmayan bir şeyin yaratılabileceği beklentisi içinde olmamalıdır. Çünkü teknolojinin geldiği bu aşamada bireysel çalışmaların yeri yoktur ve tekellerin kurduğu ve kaynak ayırdığı AR-GE birimlerindeki projelerde yer almazsanız yaratıcılığınız bir işe yaramaz. Tekellerden, ticarileştirilemeyen / pazarlanamayan her hangi bir tasarım için kaynak ayırmalarının beklenemeyeceği çok açıktır. Bütün bunların yanısıra, beyinleri dinsel dogmalarla doldurulmuş, üniversite kapılarına yığılmış, üniversiteyi bitirdikten sonra da gençlerini çöpe atmış bir sistemden, yaratıcılığın geliştirilebileceği bir ortamı hazırlamasını beklemek doğru da değildir.

Kapitalizm, doğaya aykırı bir sistemdir. Çünkü bu sistemde talep insanın gerçek gereksinmelerine değil, sermayenin birikim ve kar güdüsüne göre belirlenir. Hani derler ya “kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser.”

Sistem tüketmek üzerine kuruludur. Tüketimini artıran ülkeler büyümüş sayılır. Milli Gelir rakamları da tüketim üzerinden hesaplanır. Kapitalizmin “tüketeceksin” emrine uymazsanız, ideologlarının söyleyişiyle “arz fazlası” oluşur ve sistem krize girer, sorumlusu da siz olursunuz. Dünyada yaşayan 7 milyar insanın yarısından çoğu açlıklarla boğuşurken, bu arz fazlasının ne anlama geldiği sorusunu ise sosyalistler dışında kimse sormaz.

Yaşamınız boyunca, size zaman kazandıracağına, yaşamınızı kolaylaştıracağına ve refah düzeyinizi yükselteceğine inanarak satın aldığınız aygıtların taksitlerini ödemek için gece gündüz çalışmak zorundasınızdır. Elbette iş bulabilirseniz. İş bulamayanları kapitalizm çok da dert edinmez. Tüketebilenler, bugün için mali piyasa denilen köpüklerin desteğiyle de olsa, sistemi bugün için besleyebilmektedir. Keynes de, işsizlik ortamında ekonominin dengeye gelebileceğini, korkulmaması gerektiğini söylemişti. Burada küçük bir hatırlatma yapayım: Ekonominin dengeye gelmesi biliyorsunuz kârların güvencede olması anlamı taşıyor.

Kapitalizmin tükettirmeye olan bağımlılığının ilginç bir kurguyla anlatıldığı bir romandan söz etmek istiyorum. Romanı değil ama kurgusundan söz eden bir yazı okuduğumu söylemeliyim. Yazık ki nerede okuduğumu anımsayamıyorum ve herkese de soruyorum. Bir arkadaşım “Öyle bir roman yok. Sen mi yazdın?” Demişti.

Roman 1948 yılında yazılmış ama nedense ünlenememiş, unutulmuş.

Romana göre, ABD vatandaşları yaş, gelir ve cinsiyetlerine göre Devlet memurlarında olduğu gibi derecelendiriliyor. Her derecedeki vatandaşın tüketmek zorunda olduğu mallar ve en çok kaç saat çalışabilecekleri önceden belirleniyor. Öngörülen malları satın almakla kurtulamıyorsunuz. Kullanılması zorunlu tutuluyor ve ani baskınlarla kurallara uyulup uyulmadığı kontrol ediliyor. Dereceniz yükseldikçe tüketmek zorunda olduğunuz malların miktarı azalıyor, çalışabileceğiniz saatler ise artıyor. Romanda, en özgür vatandaşın birinci derecedeki ABD başkanı olduğu söyleniyor. Çünkü deniyor dilediğince çalışabilir ve isterse hiçbir şey tüketmeyebilir.

Kapitalizm o günden bu yana çok yol aldı. Artık bu tür zorbalıklara gereksinmesi kalmadı. Tekeller artık kendi taleplerini de yaratıyorlar. Sözgelişi, siz evinizde bir televizyon varken, teknolojisinin artık geri kaldığını ve eskisinin atılıp yenisinin alınması gerektiğini düşünüyorsunuz. Cep telefonunuzu en çok iki yılda bir yenilememişseniz saygınlığınız zedeleniyor. Araba da öyle.

Bilim Kapitalizmin emrindedir. Çünkü ancak bilimin desteğiyle teknoloji geliştirilebiliyor. Geçtiğimiz yıl çıkarılan KHK’larla kurulan bakanlıklardan birinin “Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı” adını taşıması bunun bir göstergesi. TÜBİTAK ve TÜBA’daki gelişmeler, yalnızca AKP’nin kadrolaşma mücadelesi olarak değil, aynı zamanda bilimin emperyalizmin hizmetine daha etkin biçimde sunulabilmesi için verilen bir mücadele olarak anlam taşıyor.

Kapitalist sistemde sosyoloji ve istatistik, pazar araştırmasında ve reklamcılıkta işe yaradığı ölçüde değerlidir. Felsefeye ise yalnızca dinsel dogmaların yaygınlaştırılmasında kullanılabilecek bir araç gözüyle bakılır.

Kapitalizm, yalnızca bir üretim biçimi değildir. Din, hukuk, politik ortam ve eğitimin, sistemin sürekliliğini güvenceye alacak biçimde organize edildiği bütünleşik bir sistemdir. Kapitalizm, organizasyonun bileşenlerini uygun dozlarda kullanarak “kendi suretinde” bir insan tipi yaratmıştır: Gereksinmelerinin karşılanabilmesi için biraz karbon dioksit solumak, siyanürlü su içmek, genetiği bozulmuş besinlerle beslenmek zorunda olduğuna ikna edilmiş bir insan tipidir bu. Kendisini doğanın bir parçası olarak görmediği gibi ona egemen olduğunu sanıp övünür Doğayı hoyratça kullanır toplumuna duyarsızdır tükettikçe “insan” olduğunu duyumsar, kişilik bulur yalnızca Dünyadaki canlıları değil, kendi türünün geleceğini bile tüketim oburluğuna feda ettiğinin farkında bile değildir.

Eğer bu tür bir insanın doğasından söz ediyorsak, sosyalizm ile elbette uyuşmaz.

Eğer insanlar, kapitalizmin ideologlarının iddia ettiği gibi, bencil ve hatta vahşi bir varlık olmaktan ibaret ise, anayasalar ve yasalarla neden bu özelliklerin güvenceye alınması değil de özgürlük ve adalet vaad ediliyor? Siyasi partiler neden demokrasi söylemiyle halktan oy istiyorlar? Sözgelişi Tayyip Erdoğan demokrasi mücadelesini verdiğini söylediğinde neden peşinden bu kadar çok insan koşuyor?

Bu sorular doğru yanıtlandığında, yalnızca kapitalizmin doğaya aykırı olduğu değil, riyakâr ve ikiyüzlü özelliği de ortaya çıkacaktır.