Anlatılan bizim hikayemiz

En yakın okul, evimizden kilometrelerce uzakta. Çocuklarımızı her gün servis araçlarıyla okullarına gönderiyor; gelirimizin önemli bir bölümünü servis ücreti olarak ödüyoruz. Mahalle okulu kavramını unuttuk. Oysa on dakika yürüme uzaklığında üç cami, beş süpermarket var.

Çocuklarımız güvenle oynayabilecekleri alanlardan yoksun, doğadan kopardık onları. İmam okullarının eline düşmekten kurtarmışsak bu bizi mutlu etmeye yetiyor. Oysa işsizlik, açlık, iş cinayetleri ve daha niceleri yollarını gözlüyor.

Büyük kentlerde yaşayanlarımızın saatleri, evlerinden işlerine gidip gelebilmek için yollarla boğuşmakla geçiyor. Toplu taşım, toplu işkence anlamına geliyor. Üstelik her ay asgari ücretin beşte birini ulaşıma ödüyoruz. Metro duraklarının yakınlarında oturmayanlar için raylı ulaşım çözüm yerine ek sorun ve mali yükler getiriyor.

Kent merkezlerinden uzakta yaşayanlar, özel araçları yoksa tiyatro, sinema gibi etkinliklerden, arkadaş toplantılarından elini eteğini çekmek zorunda kalıyor. Çünkü Belediyelerin çoğu, kâr edemediklerini öne sürüp saat 23’den sonra toplu ulaşım hizmeti vermiyor.

Kent merkezleri beton yığınları, otoyollarla donatıldı. Kış aylarında zehir soluyoruz.

Kentin çeperlerinde tarıma elverişli olup olmadığına bakılmaksızın yeni yerleşim alanları açılıyor ve her birinde bir kasaba nüfusu barınacak büyüklükte 50 katlı süslü dev yapılar dikiliyor. Bunlar enerji savurganlığına yol açtıkları gibi kentleri de alabildiğince kirletiyor.

Kentlerin çeperlerindeki tarım toprakları yok edildi. Mutfaklarımıza giren sebze ve meyve yüzlerce kilometre uzaktan getiriliyor, taşıma bedelini bizler ödüyoruz.

Büyükşehir Yasasıyla 13 bin köy, birdenbire kent sayıldı. Köylüyü tarımdan koparıp köyleri kent merkezlerine benzetecekler. Köylünün geleceği kimsenin umurunda değil.

Derelerimize HES’ler yapılıyor, zeytinliklerimiz, ormanlarımız maden ocaklarına dönüştürülüyor. Su yerine zehir içiyoruz.

Ülkede çoğu genç olmak üzere 6 milyon işsiz var. İş bulabilenlerin çoğu güvencesiz ve köle koşullarında çalışıyor, asgari ücrete bile özlemle bakıyorlar.

Ülke yolsuzluktan çalkalanıyor ve yolsuzluğun sultanları, Müslümanlığın ahlaklı olmayı öğütleyen bir din olduğunu söyleyip herkesi imam yapmaya çabalıyor.

Kendisi gibi düşünmeyenlere “kitap yüklü merkep” diyen, Küba’ya cami yapmaya soyunan bir cumhurbaşkanımız var. Her gün bunların zırvalıklarını dinlemek zorunda kalıyoruz.

Burunlarını sokmadıkları yaşamımızın hiçbir alanı kalmadı.

Bütün bunları görüyoruz, okuyoruz, yaşıyoruz ama Ülkede olup biten başka olaylarla bağını kuramıyoruz. Devletin holdingleşmesiyle, özelleştirmelerle ilişkilendiremiyoruz bir türlü. Yatağan işçilerinin kavgasının en az onlar kadar bizim de kavgamız olduğunu göremiyoruz.

Yanlış bildiklerimiz de var. Sözgelişi siyasetin, siyaset erbaplarınca yapılan bir etkinlik olduğunu sanıyoruz. Daha da kötüsü, çaresiz olduğumuzu sanıyoruz. Gücümüzün nelere yetebileceğini göremiyoruz. Bu bizim en zayıf yanımız.

Bir de bilip gereğini yapmadıklarımız var: otobüste, metroda, dolmuşta, aile sohbetlerinde bütün bildiklerimizi dile getiriyoruz. Kimileri bize “tamamiyle katılıyor”, kimileri “hak veriyor.” Sessiz kalanların da bizim gibi düşündüğünü kestirebiliyoruz.

Kişisel yakınmalarla bu rezaletin üstesinden gelemeyeceğimizi biliyoruz ve ehven-i şere oy verip medet umuyoruz.

Oysa daha geçen yıl Haziran isyanı yaşamıştık. Direnmenin, yalnızca bir hak değil aynı zamanda bir yükümlülük olduğunu ve birlikte her işin üstesinden gelebileceğimizi uygulamalı öğrenmiştik. Ne çabuk unuttuk?

Birleşik Haziran Hareketine omuz vermeye ne dersiniz? Sorunlarımız tartışılıyor, çözümler aranıyor orada.

Anlatılan bizim hikâyemiz. En azından kulak verelim.