Tayyip Erdoğan’ın “Ceset Dünyası”

Arabanın radyosunda iyi bir kanal arıyoruz. Net yakaladığımız birine takıldık biraz. Programa bağlanan düzgün konuşmalı ve yumuşak sesli bir kız kendi aralarında şiir günleri tertiplediklerinden bahsediyor. Nazım Hikmet’i çok seviyor, okuyorlarmış başta. Erkek sunucu da bu güzel “etkinliği” destekliyor. Ancak sesi hayli “mütedeyyin”, bir anlam veremiyoruz. Başka hangi şairler, diye sorulunca kız Necip Fazıl’dan ve tanımadığımız başka isimlerden söz ediyor. Anlıyoruz, yine bir dinci radyodayız.

Televizyonu zaplıyorum. Her yerde aynı yandaş yüzler.. Sıkılmışız artık, iddiasına giriyoruz. Hadi yirmi saniye zaman tanıyalım. Kimin sözcüğünü telaffuz edecek. Ben “normalleşme” diyorum, başka biri “vesayet” diyor, diğeri “inanç özgürlüğü”. Kim kazanırsa ona yemek ısmarlayacağız. Genellikle birimiz kazanıyor. Geçenlerde baktım, yandaşlar arasında yeni bir yüz! Ona beş altı dakika kadar süre verdim. Önümüzdeki dönemin kültürel ve toplumsal şahlanış dönemi olacağını söylüyor konuk. Eşi benzeri görülmemiş gelişmeler kaydedecekmişiz her alanda. Mesela edebiyatta. Yepyeni yazarlar çıkacak, eskileri solda sıfır bırakacakmış. Ve AKP içinden ne yeni kadrolar çıkacakmış. Yüz binlerce komünist çıkacakmış! Orada koptum ve duyduğumu sindirmek için cihazı kapattım.

Her dönem biriciktir (özgündür), ama bazı dönemler daha da biriciktir (daha özgündür). Biz de öyle bir döneme girdik çok zamandır. Paldır küldür ilerliyoruz. Çok özgün bir faşizm mi bu yaşadığımız? Evet, faşizm bana göre de, ama isimlendirmenin ne önemi var. Sesleri bizimkinden kat be kat fazla çıkan yandaşlar “faşizm” sözcüğünü bizden daha çok kullanıyorlar. İsimlerde diretmek bir yere kadar anlamlı, bir yerden sonra tuzak. Post-modern faşizm mi diyelim, yoksa liberal dinci faşizm mi? Entelektüel buluş yeteneğimizle buna benzer yirmi-otuz güzel ad bulabiliriz.

Şu var ki, haklı olarak yaşadıklarımızdan yakınsak ve haklarımıza sahip çıksak da, fiziksel şiddet boyutu önceki faşizm deneyimlerine göre hayli düşük düzeyde bu rejimin. Şimdilik böyle en azından. Pek çok solcunun faşist dönem kabul etmediği 80 öncesi MC hükümeti döneminde de, ondan önceki AP döneminde de bundan kat be kat fazla fiziksel şiddet vardı. Ama o zamandan “kat be kat” demek yetersiz kalır, onlarca kat yüksek boyutta seyreden başka bir şey var:

Manipülasyon.. Yönlendirme.. Kandırma.. Yalan propaganda.. Komplo. Buna illa bir ad bulacaksak manipülasyon faşizmi diyebiliriz.

En çok kullandıkları medya ve nokta atışlı sindirme operasyonları. Ama başka pek çok yöntemleri var.

İkincisini herkes görüyor, biliyor. Birincisini de öyle, ama asıl önemsediğim bu. Geçenlerde bir konferansın tartışma bölümünde, halkın sola kapalılığının nedenini katılımcılara sordum. Eskiden de şah değildik ama şimdi şahbaz olduk. Ayrıca bunca sorun varken insanlar neden bu kadar pasif? Korkuysa, eskiden korku daha çoktu. Olup bitenden habersizlikse, kitle iletişim araçlarından yararlanma yüz kat arttı.

Genç bir izleyici “Neden tam da bu” dedi. “Kitle iletişim araçlarının bu kadar yaygın kullanımı. Özellikle televizyon. Halk bu kadar çok televizyon seyrederse, onlarla hiçbir şey yapamayız.”

Geçen hafta sonunda gittim şu çok bahsedilen “Body Worlds”e. Türkçesi: Ceset Dünyası. Gerçekten ben de etkilendim. Ancak daha önce izleyenlerin anlattığı gibi orada sergilenen, hem de yatar durumda değil, değişik figürlerde (dans eden, trapezde asılı, ata binen, basket oynayan..) canlıymış gibi sergilenen cesetler, basbayağı insan cesedi oldukları halde, ziyaretçilerde bir insan görmüş, ölü bir insan görmüş ya da ceset görmüş etkisi yaratmıyorlar. Bazılarının gözleri de yerinde, kendi gözleri ve bakıyorlar. Ama maket gibiler.

Bana göre bunu sağlayan “plastinasyon” denilen yöntem. Bu yöntemle cesetlerin istenen tüm organları (kasları, damarları, sinirleri) aynen kendi dokularıyla duruyor. Ama dokuların içindeki su alınıyor, yerine belli bir miktar plastik madde emdiriliyor.

AKP’nin toplum mühendisliğinin büyük ölçüde başardığı da bu. Halk olacak, hem de kendi dokusuyla, ama plastiklenmiş bir halk. Hem halk, hem ölü halk. Solcular da olacak. Ölü olarak. Canlı gibi, ama ölü. Devrimciler hatta, komünistler... Hepsi olacak. Hepsi sergilenecek. Hepsi mutlu ve halinden memnun gibi görünecek. Sergideki gibi. Hatta atak, hatta hareketli… Ama ölü. Plastinasyon uygulanmış olarak.

“İyi Devrimci Ölü Devrimcidir!” AKP liderleri devrimcileri sever, ama zararsızlarsa. Deniz Gezmiş, Erdal Eren onları ağlatır. Belki de samimi göz yaşları dökerler onlar için. Niye: Çünkü ölüdürler.

Aynı şeylerin onda birini bugün yapanlarsa! Onlara bu sergide yer yoktur. AKP’yi çıldırtan hala bir muhalefetin bulunmasıdır. Plastinasyondan kaçan hayli fazla sayıda insanın sokaklarda gezmesidir. Muhalefet olmalıdır onlara göre, devrimciler de çıkıp sokaklarda kendilerini sergilemelidirler. Ama “plastinizasyon”a uğradıktan sonra.

İşte plastinasyon araçlarının başında da televizyon geliyor. Her şeyleriyle. Sadece yanlı haberleri değil, reklamları, dizileri… Eğlence programlarıyla. Halkın büyük bölümü gayet canlı, hareket ediyorlar, bakıyorlar, ama öldürülmüşler.

AKP içinden yüz binlerce komünist çıkacakmış! Bakın faşizmin bu şeklinin böyle bir riski de var uygulayanlar için. Çarşaflı, türbanlı kadınlarımız toplanıp sadece Mevlit dinlemiyorlar, Nazım da okuyorlar. Böyle özgün bir rejimin böyle riskleri de var işte.

Çürüyen ceset yok olur gider, bir daha kalkmaz ayağa. Ama plastiklenip sergilenen cesetler bir duygudaşlık uyandırır izleyenlerde. Hele bir de o cesetler canlanırsa? Çürümeyen cesetten umut kesilmez. Olmaz diye bir şey yok, dokular duruyor. Yeni konuğun söylemek istediği bu muydu yoksa?