Solun "Ajite Çocuk" Hastalığı

Yüz çocukta bir iki tane çıkar. Doktoru canından bezdirir. Muayeneye getirilmiştir velet. Daha kapının dışından çığlıkları duyulur. Tepinen, feryat figan yumurcak içeri girdiğinde, “tamam bu da onlardan, papazı bulduk!” dersiniz içinizden. Hastalığı ağır değildir, ağır hasta çocuklar o enerjiyi bulamazlar zaten. Sorun değişik nedenlerden kaynaklanan bir iletişim kusurudur ya da doktor korkusu. Ne kadar deneyimli olsanız bile bazen hüsrana uğrarsınız. Azıcık yaklaşsanız bağırtısı iki misline çıkar, güler yüzle şakalar yapmaya kalksanız hakaretler eder, sert çıkmayı deneseniz büsbütün katılır kalır.

Epey bir zamandır sol içi her türlü iletişim denemelerinde solcular aynı tavrı gösteriyorlar. Kendilerininkinden biraz farklı bir sol düşünce karşısında benzer histerik tutum sergileniyor. Daha ilk cümlede iletişimi kesme, farklı görülen ilk sözcükle birlikte sert bir karşı cevap, okunan bir makalenin baştaki bir iki cümlesiyle hüküm verme ve kaldırıp atma… Kod niteliğinde bir kelimenin, tümcenin duyulmasıyla birlikte, anında katılıp kalma…

Sanırım tüm solcular olarak fazlasıyla kibirliyiz. Fazlasıyla büyükten atan ve kendinden emin. Bu büyükten atma tavırları bir yere kadar iyi ve güzel. Onca saldırı altında, kuşatma ortamında solculara ayakta durma ruhu kazandırıyor. Ama bir yerden sonra gerçeklerden koparıyor. Solcular gerçeklere sırt çevirerek bir yere varamazlar. Sosyalistlerin rakamlarla da barışması gerekir.

“Solculardaki ajite çocuk sendromu” buluşu eşime ait. Bolu-Düzce Tabip Odası seçimlerinde yönetime yine adaydı. Bu kez az farkla kaybettik. Yenilginin anlaşılmasından sonra sıcağı sıcağına oradaki aktivist arkadaşlarla konuşuyoruz. TTB merkez çizgisindeki birkaçı hemen teşhisi koyuyorlar: “Yeterince politik çalışamadık. Sol ideolojiyi yeterince ortaya seremedik. Sağa kayıp gereksiz tavizler verdik.” Yanıtım şuydu: “Yeterince çalışmadığımız ortada. Ama ne için, nasıl çalışılacağı konusuna gelirsek, sizin sol olarak gördüğünüz çizgiyi ben sağ olarak görüyorum.” Hemen bir elektriklenme ve iletişim kanallarının o anda kapanması…

Bu kadar farklı yerlerde miyiz gerçekten? Bir bakıma öyle. Ama galiba iletişimi ilk cümlede çıkmaza sokacak kadar değil. Orada hepimiz kusurluyuz, şu işi beceremiyoruz.

Hadi solculuğun ne olduğunda anlaştık diyelim. Bolu-Düzce’deki hekimlere solculaşsak ne yazar? Tek tek kimin ne olduğu belli. İki ilde hepi topu bin tane hekim var. Seçimde kime oy attıklarına kadar tahmin edebiliyoruz her birinin. Bize oy atanların dörtte üçü CHP’ye oy atan insanlar. TTB çizgisiyle solculaşsak onlardan da kopacağımız kesin, AKP’lilerden mi oy alacağız? Daha çok solculaşmak? Dört beş ayrı kalıpta müthiş doğruyuz ve her birimizin solculuğuna halkın korkunç ihtiyacı var ya!

Parantez içinde başka bir soruya cevap arayalım bir paragrafla. Peki, benim beğenmediğim TTB çizgisi, İstanbul ve Ankara’da neden bu kadar yüksek oy alıyor? Sonuç, onların hekimlerle birleşme politikalarının doğruluğunu göstermez mi? Evet, siyasi pragmatik açıdan gösterir. Ancak, özellikle İstanbul’daki yüksek seçim başarısı, hekimlerin çoğunluğunun bir şekilde solcu olması kadar, piyasacı olmasından kaynaklanıyor. Acı ama gerçek. Hekimler dünya görüşleri kadar, bir yere kadar onaylanacak biçimde kendi maddi çıkarlarını savunma refleksi gösteriyorlar. Düzce’deki hekimlerin çoğunun, sağcılıkları kadar, maddiyat, kariyer uğruna veya korktukları için karşı listeye oy atmaları gibi. (Solcuları destekleme ihtimaliyle seçime gelmek dahi, karşı tarafın düşmanlığını çeken militan tutum sayılıyor burada.) Büyük şehirlerdeki hekim kitlesine uyan TTB aşısı, seçim kazanmak için güzel. Ama halka sosyalist çizgiyi benimsetmek için, solun halk katındaki itibarı açısından sakat bir şey.

Ve sosyalistler olarak rakamlarımız ortada. Seçimdeki rakamlar, grevlere, eylemlere katılım düzeyi, yayınlarımızın satışı vs… Öyle bir dil kullanıyoruz ki, iyi niyetimiz tamamen bir tarafa, içerik ve biçim açısından dilimiz öyle yetersiz ki, ne birbirimizle anlaşabiliyoruz, ne sosyalizmi halka anlatabiliyoruz. Bu benim öznel görüşüm değil arkadaşlar, sayılar böyle söylüyor.

İlk duyulduğunda tepki yaratan ve akıl kanallarını kapatan belli başlı kod sözcükler: Faşist, ulusalcı, liberal, ajan, işbirlikçi, dinci, gerici, milliyetçi, Ergenekoncu, yandaş, laik, cumhuriyetçi, piyasacı, dönek, Stalinci, Kürtçü… Başka bazı kalıplar (kötüleyici, alaycı anlamda): “MHP’nin söylemiyle aynı”, “Çarşafa dolandılar”, “fonlardan nemalanıyorlar” vs. Peki bu deyişleri hiç kullanmayacak mıyız? O da mümkün değil. Ama olabildiğince az suçlayıcı yazmakta, konuşmakta büyük fayda var. Köşesiz, biraz yuvarlak ve/veya derin yazılar mı yazmalıyız peki? Bu da faydasız o takdirde ne yazınız okunur, ne konuşmanız dinlenir. Başka yollar bulmak gerek.

Bahsettiğim kanalda benim yazarlığım da başarısızdır. Kendi rakamlarımı da biliyorum. Bir edebiyatçının rakamsal başarısızlığı hoş görülebilir, hatta bazı durumlarda takdir görmelidir. Birçok büyük sanatçı toplumdan uzun süre kabul görmez. Fakat az okunmak bir hedef olamaz asla. Hem iyi yazmak, hem çok okunmak hedeflenmeli. Hollywood filmlerinde izleriz: Arıza bir genç veya bunalımda bir adam. Kimse iletişim kuramaz. Ama kahramanımız gelir, damardan bir şey söyler, karşısındakinin o saat gözleri aydınlanır. Sıcak bir iletişimin kapısı birden bire aralanıverir. Kendi hesabıma çoğu yazım ve eserimde böyle bir sihirli sözle başlamayı beceremediğim anlaşılıyor tepkilerden. Evet, siyasal yazılarımın rakamları iyi, ama okuyanı ikna edemedikten sonra…

Ne var ki, edebiyat alanında fazla göze batmayacak kalabalıkları etkileyememe başarısızlığı, siyasi alanda affedilemez. Solcu siyasetçinin, “ben en doğruyum, benim doğrularım katıksız ve temizdir, o yüzden çoğalmasam da olur” deme lüksü yoktur. Solcular ne yapıp edip kalabalıklaşmak zorundadır. Bunun için en önemli silahları dilleridir. Öz ve biçim anlamında (çoğu kez bunlar ayrılmaz bütündür) dillerini düzeltmek zorundadırlar. Hem halka bir şeyler anlatabilmek için, hem birbirleriyle anlaşabilmek için. Öteki solcu da Marslı değildir, o da insandır ve o da halktandır. O yüzden halka ayrı dil, solculara ayrı dil diye bir şey de yoktur. . Kusursuz olma, tek doğru olma, ödünsüz davranma kibri: Kitle siyasetiyle bağdaşmayan, dili de soğuklaştıran öz.

Tüm solculara böyle bir tutumu megalomanik bir alçakgönüllülükleJ tavsiye etmek bir yana en azından ben, bütün zihin gücümle, daha anlaşılır, daha az suçlayıcı, ajite çocukların akıl mühürlerini daha bir açıcı yeni bir dil bulmanın uğraşısına gireceğim.

Not: Yılmaz Akkılıç’ı geçenlerde kaybettik. Deneyimli ve sağlam bir sol siyasetçi, iyi bir yazar ve bize yakın bir aydındı. Sol’daki eski yazılarım bir süredir yenibursa.com adresli sitede yayımlanıyor. Bu hafta siteye özel bir yazı yazacağım. Sevgideğer Yılmaz Akkılıç için.