Orhan Hoca

Fıkra bu ya, imamlar arasında ülke çapında bir münazara yarışması düzenlenmiş. Uyanık Trabzonlu hocalar bir cinlik düşünmüşler. Fethullah Hoca’yı razı edip ekibe katalım, demişler. Kılık kıyafetini değiştiririz kimse anlamaz, yarışı da biz kazanırız. Bin bir rica, sonunda Hoca’yı kandırmışlar. Tabii Fethullah Hoca elemelerde esip üflüyormuş, rakiplerini bir bir devirmişler. Onu tanıyan pek az kişi çıkıyormuş, onları da bir şekilde “ikna” ediyormuş Hoca. Finale kalmışlar nihayet, rakip de Rizeli imamlar. Herkes şampiyonluktan emin, o gün o saatte telefonlarının başında, Trabzon’da müjdeyi bekliyor. Sonunda telefon gelmiş: “Kaybettik maalesef!” Niye, diye sormuşlar, isyan içinde, bizim Hoca hastalandı mı, katılamadı mı finale? Yok demiş karşıdaki, Fethullah Hoca çok iyiydi yine, ama karşı tarafta Pamuk Sakallı Orhan Hoca diye biri vardı, konuşamıyordu bile, fakat bütün jüriyi satın almış.

Cumhuriyet Kitap’ın 24 Kasım tarihli sayısında Turhan Günay’ın sunuş yazısını okuyunca geldi bu fıkra aklıma. İlgili bölüm aynen şöyle: “ 'Saf ve Düşünceli Romancı', Orhan Pamuk'un yayımlanan son kitabı. Alman düşünür, şair ve oyun yazarı Friedrich Schiller'in aynı adlı yazısının, Orhan Pamuk tarafından derin ve içten bir kavrayışla nasıl muhteşem bir tarzda yazınsal üretime dönüştürüldüğünün bir kanıtıdır. Bunun ötesinde, zengin içeriğinden ötürü, bir okur, özellikle de bir edebiyat bilimci için bulunmaz bir hazinedir. Bu kitap, Orhan Pamuk'un yazar olarak dünya ölçeğinde ulaştığı yazınsal başarısının rastlantı olmadığını, romancılığını büyük emekle ve sağlam felsefi temeller üzerine kurduğunu da ortaya koymaktadır. Kitabı Prof. Dr. Onur Bilge Kula'nın olağanüstü çözümlemesi ile tanıtıyoruz sizlere.”

Geçmişte hiç de böyle düşünmüyordu Sevgili Turhan Günay. Gerçi bu alıntı son cümlesi haricinde içeride dört sayfa ayrılan söz konusu yazının başlangıç bölümü. Yani orijinalinde Günay’a ait değil. Acaba o yoğunlukta, sunuş yazısını da onun yerine başkası mı hazırlıyor diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Bahsi geçen profesörün yazısıysa tam bir düşünsel sefillik. Dünya çapında siyasi misyoner “kurnaz ve hesapçı” romancıyı nasıl “saf ve düşünceli” romancı olarak pazarlarız kaygısındaki herhangi bir yazıdan düzey beklemek de “saf”lıktır gerçekten.

Ancak daha büyük problem şudur ki, nasıl siyasi alanda medyanın ileri gelenleri tek tek “ikna” ediliyorsa, bir şekilde edebiyatın - sanatın ileri gelenleri de saf değiştiriyor durmadan.

Cumhuriyetçi, solcu yazarlarımız neden ikili oynuyor?

Güray Öz’ü, Şükran Soner’i, Orhan Bursalı’yı ayrı ayrı tarihlerde Düzce’ye söyleşiye çağırmıştık önceki yıllarda. Üçünün de çoğu yazısını hâlâ beğenirim. Hiçbir maddi kaygı duymadan, hatta otobüsle gelmişlerdi, güzel konferanslar sunmuşlardı. Amacımız Düzce’deki fikri hayata canlılık vermek, aydınlara moral kazandırmaktı. O yönde beklentilerimizi fazlasıyla karşılamışlardı. Ataol Behramoğlu’yla da Tekel direnişinde karşılaşmış, işçinin ruhunu birlikte hissetmiştik.

Ne ki, beklentimiz bununla sınırlı değildi. İsterdik ki Düzce’de gelişen olaylarla ilgili bizlere gazetecilik, yazarlık anlamında olanaklar sağlasınlar. Olmadı. Örneğin emek hakları için neredeyse yaprak kımıldamadığı dönemlerde iki ayrı işçi direnişi gelişti kentte. Uğraştık, ama haber yaptıramadık, ne de bir yazı çıkartabildik. Oysa Melih Aşık yazdı bunlardan birini. Yazınca eline mi yapıştı, köşesi yuvarlak mı oldu? Hayır, alanda önemli bir moral kaynağına dönüştü.

Takdir ettiğim insanlar dahil şu gazeteci milleti bir tuhaf. Haberin içinde olan biziz, onların bizim peşimizde koşması gerekken, biz onların peşinde koşuyoruz, başarılı olamıyoruz. Maillerimiz görülmüyor, bir sitemler, bir mesafe koymalar, sanki işini yapmayan onlar değil, yaşamın içinde olanlar. Ama bir bakıyoruz, büyük sermayedarların haberleri afrasız tafrasız kolayca yer buluyor manşetlerde.

Sonra koca bir seçim dönemi geçti, ne yaptı bu yazılarını takdir ettiğimiz dostlar? Büyük partilerden yana çok taraflı bir yayın. Oysa ben de milletvekili adayıydım. Kimse telefonla bile aramadı ulusal basından. Çarşaf çarşaf tanıtılan öteki adaylar çok mu değerliydi? Hayır, biz sol değerleri en fazla solcular olarak aşağılıyoruz. Öylesine alıştırılmışız ki beklentilerimizi kısıtlamaya. Sonra “CHP dışı sol bu ülkede gelişmiyor ne yazık ki” diye yazarlar: Üçüncü sınıf bir komedidir. Peki kültür sayfalarındaki oligarşik şımarıklık? Hiç mi estetik dertleri, felsefi sorunları kalmadı “şu bizim solcu” büyüklerin.

Lakin sıkıldım artık aynı şeyleri yazmaktan. Bazı yazarları, sınırlı bir okur kesimini hâlâ önemsediğimdendir yine üstünde durmam. Ama bundan böyle değineceğimi sanmıyorum. Onlar aslında memnun. Ufukları bu kadar. Hesapları böyle. Birçoğunun altta yatan kişisel planları, kaygıları mevcut. Böyle yüz tane daha yazı yazsanız aldırmazlar. Çünkü kendileri de bilirler bunun zaten böyle olduğunu. Bunun böyle olduğu açıksa, herkes kendi çizgisini derinleştirmelidir demek ki. Tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna. Sorun böyle “olağanüstü bir çözümlemeyle” özetlenmelidir.