Kemalizm Dini ve TKP

Reenkarnasyon Kulübü’ne Tepkiler – 2
Romandaki hedefim dürüst, iyi bir adli tabip veya titiz bir bilim adamı gibi nesnel gözlem yapıp, olabildiğince anlaşılır biçimde bunu okura aktarmak. Kişilikleri olumlu ve olumsuz yanlarıyla, hayattaki canlılıklarıyla sunabilmek. Bu anlamda Mustafa Kemal’e, Kemalizme de, TKP’ye, devrimci kişiliklere de artıları ve eksileriyle abartısız yaklaşmayı başardığımı sanıyorum.

Tabii eleştirel yönü öne çıkan anlatımlara tepkiler de yoğun olur. Bu yüzden hem üyesi bulunduğum partimden, hem de Kemalist kesimden ciddi karşı tepkiler almayı göze almıştım baştan. Her iki kesimden de romanın ruhunu anlayıp onunla sıcak köprüler kuranlar çıkacağını beklemiş, ama bazılarından da küfür yiyeceğimi hesaba katmıştım. Şu ana kadarki tepkilerse beklediğimden hayli farklı seyretti.

Kemalistlerde Suskunluk
Kemalistlerden gelen ağırlıklı tepki sessizlik oldu. Bunu kitaptan pek hoşlanmadıkları yönünde yorumluyorum. Şu ana dek o kesimden sadece dört kişiden geri bildirim aldım. İkisi olumsuz, biri ortada, biri olumlu. Çoğunluksa susmayı yeğledi. Susmak bir yandan cesaretsizliğin, öte yandan “suskunluk suikasti”nin ifadesi.

Mustafa Kemal’i büyük bir burjuva devrimci lider olarak görüyorum. Bu konuda sosyalistlerin görüşleri aşağı yukarı nettir. Bir burjuva devrimci ve aydınlanmacı olarak sosyalistlerin büyük çoğunluğu gibi ben de onu sayar, takdir ederim. Fakat bizler Kemalist değiliz. Burjuva devrimleri bizim için yeterli ve tatmin edici devrimler değildir. Üstelik kısa sürerler ve neredeyse kaçınılmaz biçimde gericilikle ittifakla biter, karşıdevrime dönüşürler. Biz bunları biliyoruz da, fıkradaki tavuk gibi birileri bizim darı olmadığımızı biliyor mu? Hayır, bir şeyleri neredeyse her gün irdeleyip, yinelemedikçe kendimiz bile unutuyoruz. Mustafa Kemal’e küfretmedikçe bazı liberaller ve dinciler bizi Kemalist görmeye devam edecekler. Ve yine ona küfretmedikçe Kemalistler de bizi Kemalist sanmaya, en azından onunla uzlaşır görmeye başlayacaklar. Hayır, biz sadece Kemalizme küfretmiyor, aşağılamıyor, onun geçici, kısa süreli ilerici yönünün kıymetini biliyoruz.

Kitapta bunu Mustafa Kemal kişiliğini ele alarak anlatmaya çalıştım. Sonuçta baştan beri kapitalizmi ve bir süre sonra da emperyalistlerle uzlaşma yolunu seçmiş bir liderdir. Kişiliği buna yatkındı, çünkü o bir kapitalist uygarlık hayranı, İngiliz uygarlığı hayranıydı. Devrimciliği 1924-25’de bitti. Daha sonra yaptıkları radikal reformlardır. Bir yandan üst yapıda reform sürdü, öte yandan altta karşıdevrim örülmeye başladı. 30’lu yıllarda üst yapısal sınırlı bir aydınlanmacılık dışında ilerici hiçbir yan kalmamıştı rejimde. İlk meclisle başlayan toprak ağalarıyla ittifak politikası, Cumhuriyet’le birlikte feodalizmle, ağalıkla iktidarı paylaşma rejimine evrildi. Böyle bir alt yapıyla ne dinci gericiliğin altedilmesi mümkündü, ne insanların yurttaş konumuna yükseltilmesi ve ne de Kürt meselesinin barışçıl çözümü. Nitekim üst yapısal reformlar da cılız kaldı. Burada sosyalist devrimcilerin ve benim Atatürk’e itirazımız, onun bir jakoben olmasına ve hatta diktatör olmasına değildir. Keşke jakobenliğin gereğini yerine getirseydi. Getirmedi.

Kemalizm başından beri sosyalist-komünist düşmanıdır. Hem de bayağı azılı bir düşmanıdır. Bakın, bugünkü sol Kemalistler bile sosyalistlerin, komünistlerin güçlenmesini istemezler. Sosyalist olduğunu söyleyen Kemalistlerin bile çoğu sağcılarla rahatlıkla işbirliği yapar, ama TKP’nin güçlenmesine engel olmaya çalışırlar öncelikle. Geçmişi karıştırıp eski düşmanlıkları kaşımak değildir bu tespiti yapmak, bugünkü en büyük sorunlarımızdan birinin altında yatan, ama lafta inkar edilen gerçeği vurgulamaktır.

Buna rağmen Mustafa Kemal devrimci bir kişiliktir. Cumhuriyeti kuran bir devrimci liderdir. Romanın altını çizmeye çalıştığı bir gerçek de, devrimci kişiliklerin taklit edilemeyeceğidir. Kim ki, ister Kemalist olsun, ister sosyalist, saygı duyulan geçmiş liderlerden örnek almak, onlardan ilham almak yerine onları taklide yöneliyorsa, bilin ki o kişilik gerçek lider değildir. Gerçek liderler, yadırgansa da, önceki liderlere ters düştüğü görülse de kendi yolunu kazan liderlerdir. Herhalde bunu vurgulamak bugünün büyük çoğunluğu oluşturan taklitçi Atatürkçülerini rahatsız etti.

Kemalizm Dini
İnsan beyninde bir “Tanrı modülü” bulunduğunu ileri sürüyor bazı evrimci bilimciler. İnanma ihtiyacı evrimsel seçilim sonucu oluşan bu yapıya, özelliğe bağlanıyor. İnanma modülü bulunan insan bireyleri daha çok yaşamda kalıyor, daha çok ürüyor. Böylece doğal seçimle insan doğasının önemli bir parçasına dönüşmüş inanma özelliği. Bu görüşe katılıyor, dahası insanı anlamada, siyaset yapmada büyük önem taşıdığına “inanıyorum!”.

Neredeyse her bireyde var bu modül, ama güçlü ama zayıf. Her bireyde Tanrı’ya veya herhangi bir dine inanma sonucunu yaratmıyor o beyin düzeneği. Bazılarında tamamen din dışı, ama dine çok benzer inanışlar doğuruyor. Batıl inançlar, parapsikolojik yaklaşımlar, hayallere, fantezilere yatkınlıklar…

Birçok siyasi-ideolojik saflaşmada da var bu “inanç” etkisi. Örneğin Kemalistlerin büyük çoğunluğu için Kemalizm bir dindir, Mustafa Kemal de peygamber gibi bir şeyin, o ihtiyacın yerine konan kişidir. Başkasında görülse şiddetle reddedilecek bazı yanlışlar Mustafa Kemal’de veya Kemalizmin özünde bulunsa ve bu açık olgularla her gün sergilense de, çoğu inanan bunları inkar etme yoluna gidecektir. “İnanma”nın doğal sonucudur bunlar.

Sadece Kemalistler mi? Dünya ölçüsünde entelektüellerin en yaygın dini psikanalizdir, peygamberleri Freud’dur. Bin tane bilimsel kanıt gösterseniz Katolikliklerinden, Museviliklerinden bir adım geri basmazlar. Birçok komünist için belki de hiç görülemeyecek komünizm, bir hayal, “ütopya” olmanın ötesinde bir inançtır. Burada “yanlıştır, bunun böyle olmaması gerektir” falan demiyorum, hesaba katılması gereken çok temel bir gerçeğe işaret ediyorum. Birçok Marksist için, Marksizm bir dindir, Marx böyle bir şeyi kesinlikle istememiş olsa da. Çoğu Marksist, o ana dek Marksizmin doğruları olarak ezberlediği kalıplar gerçeğe apaçık uymadığında ne mi yapar? Duvara toslayıp yenilmeyi göze alarak kalıplardan yana tavır alır, somut verilere boş verir.

Libya konusunda Avrupalı Marksistlerin tavrını öğrenmeye çalışırken internette Terry Eagleton imzalı bir makaleyle karşılaştım. Başlığı “In Praise of Marx”. “Marx’a övgü” gibi çevrilebilir, ama aslı praise sözünün öteki anlamıyla “Marx’a hamdolsun!” gibi bir şeydir. Gerçek anlamıyla da dindar Marksist Eagleton’un bu makalesi ve kitapları Marksizmi kült gibi alır, adeta tapınma yolu gibi. En popüler ve en “uzlaşmaz” Marksistlerden biri olan düşünür, öğretinin pratik sonuçlarından doğan tüm kötülükleri birer “şeytani sapma” olarak öğretiden koparır, günahları keçiye yükler, dogmayı ruhanileştirir, daha ötesi kutsallaştırır. Hafiften eleştirel görünmeyi de ihmal etmeden. Stalin canidir, Mao katildir ona göre, reel sosyalizmler hapishane. Tam da dinlerin pratik sonuçlarından kabul edilemeyecek olanları ondan keyfice soyutlayan, inandığı dini saf iyilik gibi gören dindarlar gibidir Eagleton ve çoğu Marksist…

TKP de yanılttı
Roman TKP’ye ve klasik sol anlayışa da ciddi eleştiriler getiriyordu. O yüzden aynı ciddiyetle karşı tepkiler çıkmasını açıkça göze almıştım. Çoğunluğun ne demek istediğimi, ne yapmak istediğimi anlayacağını tahmin etsem de. Fakat şu ana dek parti içinden tek olumsuz tepki almadım. Parti dostları, parti dışından sosyalistler ve siyasi yönü ön planda olmayan edebiyat okurlarından da büyük çoğunlukla olumlu tepkiler alıyorum. Bu son grupların böyle tepki vereceğini biliyordum da, ortodoks sosyalizmi eleştirmek…

Bazı yönlerden bugünküne üstün görülen 80 öncesi sosyalist hareketler içinde böyle bir şey beklenemezdi. Demek ki daha üstün konumdayız belirgin ölçüde. En azından kuramsal olarak, en azından gerçeğe yatkınlık anlamında. Demek ki TKP’liler davalarına, bir inanış, bir dinsel dogma gibi bakmıyorlar büyük ölçüde. Çok daha samimiler demek. Fedakarlıkları psikolojik manada daha “laik” kaynaklı. Bu önemlidir. Sevinilecek bir şey.

Ne ki bugüne dek soL’da yazısı çıkan üç arkadaşın kitap hakkındaki genelde olumlu düşünceleri, bugüne dek partililerden aldıklarımın en az olumluları. O yazılar ortalamayı yansıtmıyor başka bir deyişle. Ama yazmak veya bir şekilde görüş belirtmek çok değerlidir, benim için de değerlidir. Tüm görüş açısı ifadeleri değerlidir.

Bunlar içinde en çok takıldığım Ali’nin (Mert) yazısıydı. Genelde o da kitaba olumlu baktığı halde, en olumsuz eleştirel yaklaşandı. Romana estetik (roman tekniği-dili) açıdan getirilen eleştirilere yanıtları bir sonraki yazıya saklıyorum. Bu yazıda daha çok düşünsel-siyasi yönleri üstünde duruyorum. Oradan başlayayım.

Öyle bir şey söylüyor ki, bazılarını da inandırmış sanki. Bu roman parti içi dili olan, parti dışındakilerin zor anlayacağı, kapalı devre bir romanmış… Böyle bir amacım yoktu. Bunu özellikle partililer okusun istesem zaten daha az eleştirel yaklaşırdım partiye. Amacım solun bazı kalıp yanlışlarını sorgularken, aslında bunlarla bile gerçek solun, sosyalistlerin, komünistlerin ülkenin en üst değerleri olduğunu gösterebilmekti. Çünkü burada bir inanç söz konusu değildir. Bakan her nesnel göz, eğer bilinci saptırılmamışsa bunu görür. Onların yanlışlarını da nesnel bir şekilde tartışmak (belki de yanlış değildir bazıları, ama tartışıyorsak bir sorun var demektir), zaten var olan, ama üstü örtülen büyük değerlerini dosta düşmana gösterebilmenin en etkili yoludur uzun vadede. Eleştirel yönü olmayan propaganda edebiyatının da bir işlevi vardır, bunu reddetmiyorum, lakin esas edebiyat eleştirel yaklaşan edebiyattır ve bunun kalıcı etkisini başka türlü bir yöntemle sağlayamazsınız.

Sözü uzatmayayım bana ve insanlığa pek çok şey katmış sosyalist hareketi ve bence bunun en üst örneklerinden biri olan TKP’yi, içimizdekine, dışımızdakine, dosta ve düşmana, daha çok da sıradan solcu insana, sıradan insana anlatmaktı dertlerimden biri. Bunun da yolu samimiyetten geçer. Samimiyet, olmazsa olmazdır edebiyatta da. Ve samimiyet daima başkasını, düşmanı yererken, kendine, dostuna da eleştirel yaklaşımı içerir.

Nitekim bu samimiyet görülüyor. Partili insanlar da okuyor romanı, parti dostları da, partiye uzak kişiler de. Geri bildirimlerden saptadığım kadarıyla şu ana kadarki oran, partili olmayanlar lehine 40’a 25 gibi bir oran. Ben de bunu hedeflemiştim.

Ferdi’yi Yazmanın Zorluğu
Mesud Odman’ın çok sık durup düşünerek okuduğunu ve birçok şeyin aklına takıldığını yazması da benim için güzel. Ferdi tipine takılmış o da. Ferdi biraz haksız biçimde Sadık Aslankara’nın romanın en oturmamış kişisi olarak gördüğü partili karakter. Diğer bütün karakterleri başarılı buluyor da, Ferdi… O zaten romanın ikinci derecede karakterleri arasında, çok da uzun sayılmayacak bir romanda daha ne kadar üstünde durulabilir. Ama usta bir eleştirmen olan Aslankara’nın bu oturmamışlık saptamasında farklı bir nokta var. Haklı sayılabileceği bir nokta. Ferdi genelde solun ve toplumun bir devrimciden veya komünistten beklediği şeyleri karşılayacak bir tip değil. Ama Odman’ın doğrulukla saptadığı gibi bir “tip”. Toplum ve Aslankara belki bu tipten kendini aşan bir şeyler bekliyor. Profesyonel bir devrimci gibi veya 80 öncesi kuşaktan bir militan devrimci gibi bir tutum bekliyor. Romanda zaten bunlar tartışılıyor. Roman yazarı olan karakterin (benim) yetersizlik duygularım. Yakın çevremde gördüğüm yetersizlik duyguları, davranışları… Bu yetersizlik duygusu üstelik ne yazık ki gerçek sonuçlara dayanıyor, salt depresif duygusallığa, karamsar bakışa değil. Romanın ana temalarından biri de bu tartışma zaten. Kabahat Ferdi de değil ki, bu dönem ne yapılması gerekiyorsa sonuna dek yapıyor zaten. Daha fazla ne yapabilir? Daha fazla yaptığı zaman zarar vermeye başlamaz mı? Verir bence. Ferdi gibi silik görünen, ama aslında sonuna dek fedakarca çalışan bir avuç insan için bu böyle. Bu açmazı yazdığınızda biraz yapay karakter yazmışsınız gibi oluyor. Hayır, böyle bir çoğunluk değil belki ama, en azından birkaç bin “tip” var çevremizde.

İşte Odman da bunun (Ferdi’nin) tipik bir kişilik olduğunu saptamış. Ondan sonrasını tartışıyor. Çalışmak zorunda olan, çalıştığı için siyasi mücadeleyi belli saatlere sınırlayan çok sayıda sosyalist… Bu bir gerçek, belki yadırgıyoruz, ama devrim yapacaksak bunlarla yapacağız, bu “normal” insanlarla yapacağız, buna alışmalıyız demeye getiriyor. Evet, doğru bir açıdan. Ama bir açıdan da orada büyük açığımız var. Tabii ki devrim olacaksa asıl olarak çalışan insanların mücadelesiyle olacak. Ama bugünün bu çalışan sosyalist insanları acaba zamanlarını ustalıkla yönetebiliyorlar mı, acaba birkaç saatlik siyasi sosyalist zamanları dışında kalan büyük zaman dilimlerini, iş yerinde, evde veya sokakta sosyalist gibi yaşıyorlar mı? Zamanı daha iyi kullanabilmeyi örgütleyebiliyor muyuz? Hayır. Oralarda büyük bir açığımız var. Ve bunun da birçok nedeni. Bu birçok nedenin ön sırasında da düşünsel-kültürel ilgisizlikler, zayıflıklar, ideolojik yetersizlikler rol oynuyor.

Çulhaoğlu ise sosyalist harekette, solda ortaya çıkan heyecansızlığa vurgu yapıyor roman vesilesiyle. Çok önemli bir vurgudur, romanın çıkış niyetiyle örtüşen bir vurgu. Romanın baş temalarından biridir. Diyor ki Çulhaoğlu, her yerde mücadele, eylem ateşlerinin yükseldiği bir ortamda heyecanlanmak kolay, ama asıl devrimcilik böyle bedbin bir ortamda heyecanlanabilmek, heyecanı yayabilmektir. Burada romanın temasına hem bir destek, hem de ona belki ufaktan gizli bir eleştiri var. Bize heyecan gerek diyor, romanda en çok yakınılan toplumsal durum saptamasını doğrular yönde. Ama anlaşılan bu romanın da heyecansızlığı devam ettireceğinden, ona katkıda bulunacağından korkarak.
Ne ki Çulhaoğlu herhalde şunu da takdir ediyordur: Böyle bir ortamda sosyalist bir roman yazmak, insanları heyecanlandıracak bir komünist yazarlık yapmak, bu ortamda heyecanlı siyasi eylem yapmaktan da zordur. Her yerde grev çadırları kurulurken, parti binaları insanlarla dolup taşarken, mitinglere yüz binler gelirken ıslık çalsanız, ilkel bir duvar gazetesi çıkarsanız, yürekler heyecanlanır. Ama sosyalizm bayrağı açıp 50 milyondan sadece 64 bin oy alan silik devrimcilerin fedakarca çalışmasını, eğer onlar ölümcül saldırılara uğramıyorsa, çok dramatik olaylar sık sık yaşanmıyorsa, gündem tamamen farklı bir noktaysa, ne kadar heyecan verici olarak anlatabilirsiniz? Oradan nasıl “büyük karakterler” çıkarabilirsiniz. Hele ki onların çevresindeki çoğunluk tamamen çoluk, çocuk, aile, geçim derdinde birkaç haftada bir “sosyalistlik” yapıyorsa. Birkaç kilo un ve şekerle nasıl bir kent şöleni verebilirsiniz? Yine de başardığımı sanıyorum. Sanat eseri için asıl değerli olan da budur.

Heyecanın çok az sayıda insanın kalbine gömüldüğü anlarda onu tekrar alevlendirebilmek. Biraz. Yalazları göğe eren ateşler beklemeyin ama.
Çulhaoğlu insana, sola, sosyalizme pek güvenmediğimi doğru olarak saptıyor. Öte yandan sisteme, yaşananlara karşı öfkemin bu eksiği giderebileceğini, bundan da iyi bir sonuç çıkabileceğini belirtiyor. Tamam da, bu güvensizlik duygusal bir güvensizlik, toplumsal veya kişisel depresyondan kaynaklanan bir güvensizlik değil ki. İnsanlıktan, soldan şöyle umutluyum, böyle umutluyum diyen pek çok insandan şahsen daha çok iş yapmamı nasıl izah edecek bu durumda? Sadece öfkeyle hareket etmeme mi bağlayacak? Varsa bir güvensizlik ki var, evet, bunun ayrıntılı olarak ortaya konulmuş teorik temelleri var.

Ne var? İnsan doğasının evrimsel özellikleri var. Kısa sürede giderilemeyecek akıl yetersizlikleri. Bu genelde inkar edilen, özellikle siyaset sahnesine gelince inkar edilen bir gerçek. Fakat bahsettiğim gerçek futbol kurallarıyla ilgili bir gerçek değil ki. Yani insanlığın ikinci derecede uğraş alanlarıyla ilgili bir sorun değil ki. Örneğin evrimsel psikolojinin bilimsel bulgularını bir dikkate alsa Marksistler, kim bilir ne büyük kuramsal açılımlar sağlanacak. Siyasette belki ne kadar hız artışı yaşanacak. Denemeye değmez mi? Başka ne var? Dünyanın sonuna geldiğimiz gerçeği var. Sosyalistlerin gelecek planlarında sadece şöyle bir değinilen önemsiz bir ayrıntı sanki. Oysa 20 yıl sonra yaşanacakların bilimsel bir tahmini bizim planlarımızı kim bilir ne kadar değiştirir. Çok değil beş on yıl içinde bunlar da kabul edilecek zorunlu olarak. Soyadları “son”la, “ton”la biten birileri yazdığı zaman ve yine çarpıtılmış ve sefil bir biçimde yazıldığı zaman.

Sonunda artık canıma tak eden sorun: En iyileri Zizek, Eagleton gibi Avrupacı dindarlara mı muhtaç kalmaya devam edeceğiz kuramda? Bu şaklabanlığa ne zaman dur diyeceğiz? Yurdakul Er yazıp duruyordu, bense abartı zannediyordum. Kemal Okuyan, Aydemir Güler, Metin Çulhaoğlu… Evet doğrudur, bunlar yazarsa dünyada devrimci kuram oluyor, olacak. Yazmazsa olmayacak. Bu kadar nettir. Belki Ergin Yıldızoğlu. Belki iki elin parmaklarını geçmeyen başka insanlar. Dünyayı izliyoruz. Devrimci sosyalist hareket pek zayıfladı. Karşı tarafın gücüne göre teori çok zayıfladı. Yaparsa bizimkiler yapacak, yapmazlarsa hiçbir şey olmayacak.

Bu bizim isimler evrensel ve tarihi konumlarının farkındalar mı? Değillerse yaratmamız gerekir o farkındalığı. “Heyecanı” artıracak bir şey de tam budur aslında.

Not: 10 Aralık Cumartesi, saat 14.30'da ESKİŞEHİR'de Aşiyan kitabevinde okurlarla buluşacağım.