Devrim ve Seks

“Savaşma Seviş!”

Soğuk savaş yıllarında Amerikalı ve Avrupalı sol entelektüellerin önemli bir bölümü toplumsal devrimle cinsel devrimi birbirine koşut iki temel alan gibi görmeye başlamışlardı. Frankfurt Okulu bunun kuramsal zeminini kurmuştu, hatta cinsel devrimi daha öncel düşünen felseficiler çıkmıştı. 1968 öğrenci hareketinin de başat hedeflerinden biriydi seks özgürleşmesi.

Ne var ki saman alevi gibi parlayıp sönen ABD-Avrupa öğrenci hareketlerinin aksine, Latin Amerika’da kabaran sol devrimci dalga yetmişli yıllarda Uzakdoğu’ya, oradan da pek çok ülkeye yayıldı. Kültürel yanından ziyade siyasi yanı gelişmiş bu hareketlerde cinsel devrimcilikten çok “Püriten” cinsel ahlak baskındı. Tarihçi Hobsbawn’a göre böyle olması da kaçınılmazdı. Çünkü hareketin kültürel yanı öne çıktıkça bireysel özgürlükçülük, anarşizan eğilimler güçlenecekti. Marjinal kesimlerin katılımı ve ağırlığı artacaktı. Örgütlü siyasal yön baskın çıktıkça bireyciliği dizginleyen, yoksul kitleleri işin içine katan, disiplin ve “Püriten” ahlakı öne çıkaran eğilimler kuvvetleniyordu.

İşin başka bir tuhaf yanı, kapitalist sistem ilk dönemlerinde tutucu bir cinsel yaşamı savunurken, altmışlı yıllardan itibaren cinsel özgürlükçülüğe tam yol verdi. Batıda, hatta batı etkisindeki pek çok yarı gelişmiş ülkede cinsel devrim patlamaları yaşandı ama bunun toplumsal, siyasi tutuculuğu gidermede, sosyalizmi güçlendirmede hiçbir faydası dokunmadı. Savaşları önledi mi peki? Cinsellikten aşkın da silinmesiyle slogan hepten değişti: “Hem S… Hem Savaş!”

Eric Hobsbawn’ın, Sıra Dışı İnsanlar (Direniş, İsyan ve Caz) adlı kitabından “Devrim ve Seks” adlı makale devrimci siyasi mücadeleyle cinsellik arasındaki ilişkiyi çok güzel anlatıyor. (İngilizceden çeviren: Işıtan Gündüz, Yordam Kitap, Şubat 2010) Sanat Cephesi yayın kurulunu ikna edebilsem de bu makaleyi dergide basabilsek. Tabii yayınevi de izin verirse.

Işıtan Gündüz’ün iyi aktardığı Hobsbawn’ın saran diliyle, birbirinden ilginç böyle 26 makale yer alıyor kitapta. Örneğin 1 Mayıs’ın tarihine farklı bir yaklaşım. Örneğin Haydut Guiliano ve böyle sıra dışı birçok karşıdevrimci veya devrimci tip. Caz ve komünistler… Köylüler ve siyaset…

Fakat Devrim ve Seks makalesinden sonra en çok çağrışım yaratıcı makale “Emek Gelenekleri”.

“Dinin belirli biçimlerinin dayanılmaz toplumsal gerilimlerin acısını uyuşturmaya ve isyanın karşısında bir seçenek sunmaya hizmet ettiği doğrudur. Wesleyanizm gibi bazıları, bunu çok incelikli biçimde yapabilir. Ama din, gelişmemiş toplumlardaki –ve büyük ölçüde sanayi öncesi Britanya’nın sıradan insanları arasındaki- tüm genel eylemin çerçevesi ve dili olduğu sürece isyan ideolojileri de dinsel olacaktır.” S.69

“Büyük bunalım sırasında Trevor, çeşitli vicdani bunalımların ve dalgalı ruhani çizgisinin ardından emekçi harekete sürüklendi. Dinsel ifadesi olmayan yeni bir siyasi hareketi kavrayamadığı için emeği bir tür dine çevirdi. Hıristiyan sosyalist değildi. Emekçi hareketin Tanrı olduğuna inanıyordu ve bunun çevresinde kiliseler, pazar okulları, ilahiler ve benzeri şeyler oluşturdu.” S.70

Hobsbawn İngiliz işçi sınıfı hareketi içinde din ve dindarlığın sol siyasetle ilişkisini ele alıyor ve bazı gerçeklere işaret ediyor. Sosyalistlere bazı yollar, yöntemler önermiyor gerçi, ama solun ne kadar saf olması gerektiği ve ne kadar olmaması gerektiği üstüne bazı şeyler düşündürüyor.

Solun saflığı, dışa açılımı ve ittifakları konusunda bir uçtan öbür uca gidip gelir düşüncelerim. Bazen tam sadeliği düşler, özlerim. Doğru sol, tam doğru, tam katışıksız sol olsun isterim bazen. Marksist-Leninist… Başka hiçbir ideolojiye, kitaptan en ufak sapmaya izin vermeyen ve üstelik tam ahlakçı. Ancak çok düzgün, kafaca ve ahlaken çok gelişmiş unsurları içine kabul eden küçük bir parti. Tarikat gibi bir parti… Bayrağı sallasın, böyle bir seçenek bulunduğunu ilan etsin, yeter. Gelişmesin, minik kalsın. Ancak bu düş gerçekleşmesi (o saflığıyla) mümkün olmaması bir yana, dünyaya bir başka bakımdan da uymaz. Küçük kaldığınız sürece güçsüz de kalırsınız. Bu vahşi kalabalık toplumda ne bayrağı sallama gücünü koruyabilirsiniz, ne de onca izdiham içinde ne salladığınız görünür.

Demek ki siyasal-toplumsal hareketin tam doğruluğu, tam saflığı düşünülemez. Ama nereye kadar başkalarıyla karışacağız?

Sanırım o konuda genel olarak tüm solcular olarak kendimize ve dışımızdaki sola karşı fazla acımasızız. Sağ ve gerici partiler kitleleri kazanmak, insanların kafalarını fethetmek için her türlü numarayı yapacak, ama biz solcular “saf solculuktan” her sapmamızda bizzat solcuların saldırılarına maruz kalacağız. Onlar milli sembolleri, dini sembolleri alabildiğine kullanacak, bizler bunu aklımızdan bile geçirmeye kalksak birbirimizi aşağılayacağız.

“Doğrulukta”, “saflıkta” aşırı iddialı herhangi bir sosyalist hareketin, halk hareketine, işçi sınıfı hareketine dönüşme şansı ne derece yüksektir, irdelemek gerek. Hobsbawn’ın kültürel öğeleri öne çıkarırsanız, kültürel mücadeleye daha çok ağırlık verirseniz, toplumsal siyasal hareket güme gider önermesini de bununla birlikte düşünmek gerek. ÖDP’nin başarısız deneyimi yine olumsuz bir örnek. “Mayıs 1968” makalesi de önemli. Fransa’da devrimci durum bulunduğu halde neden devrim yapılamadı? Touraine’den aktarımlarla Hobsbawn, bunu da kültürel devrim ve bireysel özgürlükçülüğe verilen ağırlığa rağmen (belki de bunun yüzünden?) devrimci parti ve devrimci siyasetin bulunmamasına bağlıyor. (S.265-66)

Öte yandan bizde genel olarak sosyalist solun, 80 sonrasında fazlasıyla kültürelci, fazlasıyla etnik temalı bir mücadele yürütürken, toplumsal siyasi yöne yeterince ağırlık vermediği marjinallere ödün sunmaktaki kalender, uzlaşmacı yaklaşımı, esas büyük kitlelerin gönlüne hitap edecek yolları açmakta pek az gösterdiği söyleniyor.