Bir Romanla Devrimci Ruhu Çağırmak

Reenkarnasyon Kulübü’ne Tepkiler – 3 (Son)

Bir yazarın kendi romanını makalelerle anlatması alışıldık bir şey değil. Hoş da karşılanmıyor bazılarınca. Edebiyatçılar yapılan söyleşilerde savunurlar eserlerini genellikle. Fakat ben alışılmadık olana, hoş karşılanmayana yönelmeyi alışkanlık edinmişim bir kere.

Bu bölümde romanı olumlu- olumsuz tepkilerle birlikte estetik yönden açımlayacağım. İçerik açısından daha önce bir sürü şey söylemiştim. Gerçi içerik ve biçim ayrımı birçok yapıt için yapay bir ayrımdır. İşbu yazıdaki roman dili yönünden açımlamalar içerik-öz yönünden de açımlamalar içerecek. Kendi romanını anlatmak, kendi bestesinin notalarını izah eden bir bestecinin düştüğü durum kadar tuhaf ve komik bir bakıma.

“Faulkner, bir yazarın başarısının, göze aldığı başarısızlıkla da bağlantılı olduğunu düşünür” diye yazmış kitabı eleştirenlerden Zafer Köse. Sağolsun, deneyden başarıyla çıktığım sonucuna varmış. Neydi bu göze aldığım başarısızlık? Turgay Fişekçi’nin “Düşünce Romanı” dediği şeye girişmek. Romanı açıktan, saklısı gizlisi olmadan belli düşüncelerin ve hatta belli bir siyasi duruşun yaygınlaşması veya en azından savunusu için yazmak.

Bunu deneyen yüzlerce romancı çıktı şimdiye dek, belki binlerce. Denemelerin büyük çoğunluğunda roman dili bozuldu ister istemez. İşin altından çok az usta romancı kalkabildi, romanı roman olmaktan, zevkle okunur bir roman olmaktan çıkarmaksızın. Bir bölüm usta yazar ise sorunu kenardan dolaşarak aştı. Düşünceyi kısıp, hikayeye ağırlık vererek. Öyle yapınca mesele zaten daha kolay.

Bense görece kısa bir roman yazmak niyetindeydim (kolay okunurluğu kolaylaştırmak için) ve ayrıca bu orta hacimde olabildiğince düşünce ifade etmeliydim, acil gördüğüm düşünceleri, kuramsal hesaplaşmaları… ve doğrudan… Bunun için aklıma iki yol geldi: Biri bu “reenkarnasyon” fikri, öteki romanın içine, yaşayan, canlı bir karakter olarak bizzat kendimi sokmak. Bence tuttu ikisi de. Bir üçüncü yol da romanı polisiye roman, macera romanı havasına sokmaktı. Bu kadar yoğun güncel siyasetin tartışıldığı bir yapıtı roman olarak, üstelik sürükleyici bir roman olarak ortaya çıkarmaktı niyetim ve sanırım başarılı oldum.

Örneğin Turgay Fişekçi, bir yazısında “Yoldaki İşaretler” için de “düşünce romanı” demişti, ama sanırım onu bu kadar zevkle okumamıştı. “Reenkarnasyon Kulübü”nü en beğendiği romanım olarak görmesi herhalde bunun ifadesi. Şöyle diyor Fişekçi:

“Kaan Arslanoğlu, yeni romanında da, günümüzde söylenmeyeni söylemeyi, dillendirilmeyeni dillendirmeyi sürdürüyor. Önümüze yaşadığımız günleri sorgulamamızı sağlayacak pencereler açıyor. ‘Reenkarnasyon Kulübü’nü okurken güncel ve tarihsel pek çok konunun da tartışması içinde buluyoruz kendimizi. Bu özelliği onu günümüz edebiyatında benzersiz bir konuma yükseltiyor.”

Bazı karakterlere olumsuz eleştiriler yapıldı. Romanı genelde hayli beğenen Sadık Aslankara örneğin Ferdi tipini oturmamış buldu. Yine romanı beğenenlerden Alişan Çapan, acaba Enver ve Serhat tipleri daha genişletilemez miydi, diye sordu. Bu romanı eski romanlarım kadar beğenmeyen Sadeceözgür de bazı karakterleri zorlama gördü, siyasetin romanda sırıttığını söyledi.

Bunların hepsi kendi açılarından haklıdır. Çünkü yazarın niyeti başkadır, ortaya koyabildiği başka, okurda uyandırdığı izlenim bambaşka.

Fakat şunu söyleyebilirim ki, ötekiler gibi ve hatta en fazla bu roman her cümlesine kadar planlıdır. Bir karakter güdük bırakılmışsa öyle istediğimdendir, fazla açılmamışsa o kadar açılmasını yeterli gördüğümdendir. Bir karakter oturmamışsa o karakterin toplumdaki oturmamışlığını sorgulamamdandır. Bir karakter renksizse rengini koymak istemediğimdendir. Roman ekonomisi diye bir şey var. Olabildiğince cimri davranmak istedim kurguda, olaylarda, karakterlerde. Bazılarını yeterince açtığımda fazla üstüne gitmedim, bazılarını birkaç fırça darbesiyle geçtim. Bazı şeyleri bilerek havada bıraktım. Hayatta olduğu gibi, kendi kafamda olduğu gibi. Roman içinde yüzlerce planlı gönderme var. Bazılarını belirgin hale getirdim, bazılarını sadece belirsiz bir izlenim versin diye hayli gizledim. Bazı yerlerde yanlış anlamalara açık kapı bıraktım, ki doğruluğu belirsiz şeyler üstüne yeni soruları kışkırtmalıydı. Sonuçta tüm bu belirlilikler ve belirsizliklerden güzel ve az çok umut veren bir bütün çıkmalıydı.

Bu bir devrimci kişilik araştırmasıydı Zafer Köse’nin dediği gibi. Nihat Ateş’in, romanın esas yöntemini özetlediği şekilde “Tanrı romancının” yerine, insan romancının, tüm kaygıları, yetersizlikleri, iyiliği ve kötülüğüyle bizzat girmesiydi işin içine. Olayı tepeden kurgulamayı bırakıp, davası için tekinsiz çamurun içine dalmasıydı. Üstelik bunu yaparken Ateş’e göre romancı ve roman yazarı karakteri hem aynı kişiydi, hem farklı kişilerdi. Bu, “Tanrı yazar duvarında büyük bir çatlak” oluşturuyordu. Sadık Aslankara’nın ve birçok okurun, romandaki roman yazarını, yaşayan bir karakter, insan bir karakter olarak sevmesi benim açımdan çok önemlidir.

İyi bir romanı iyi roman yapan özelliklerden biri, içindeki karakterlerin canlılığıdır, bağımsızlığıdır. Başka neler aranır? İlk akla gelenler: İyi bir hikaye. Sonra olay örgüsü, alt hikayelerin ve olayların kurgusu, bunların özgün ve iyi bir roman diliyle ifadesi. Başka? İçerik. Yazarın temel derdi. Bu temel derdi roman diliyle ifadedeki özgünlük başarısı. Zengin ve temiz bir anadil. Ayrıntı zenginliği ve aynı zamanda ekonomisi. Sürükleyicilik, takılmaların azlığı… Sonuçta yaşayan ve okura bir şeyler katan bir atmosfer… Daha başka şeyler de söylenebilir, ayrıntılara girilebilir.

Tüm bu kategorilerde ve toplamda mükemmelim demiyorum. Gülmeyin. Mükemmel olmak zaten olası değil, üstelik mükemmele yaklaştım demek bile insanı geriletmeye başlar. Ama tüm bu kategorilerde ve toplamda iddialıyım. Birçoklarının ülkede ve dünyada “büyük yazar”, “çok usta yazar” dediklerinin romanlarından daha iyidir bu romanlar. Ama bazıları bu tek tek kategorilerde veya toplamda benden iyi. Bunların bir kısmı ünlü, bir kısmı pek fazla ünlü değil.

Ancak bir noktada tüm romancılardan daha üstün olduğumu yazmama izin verin. Yazdım bile. Ah şu alışıldık dilin sahte nezaketi!

İnsanı değiştirmeye bu kadar fazla kafayı takmış başka yazar yok. Üstelik azcık değişmesinin bile çok zor olduğunu bildiği halde. İnsanı değiştirme uğraşı verenlerin bu kadar uzun süreyle içinden veya yamacından yazan başka pek az romancı var dünyada. Nesnelliğe, dürüstlüğe bu kadar kafayı takmış başka bir yazar yok. Romana babam girse ve bir önemli kabahat işlese onu olanca çıplaklığıyla dile getiririm. Bu bir boş böbürlenme mi? On yıllardır bu noktaya emek harcıyorum, başlı başına nesnelliğe… Nesnel bilinen birçok yazarın birçok cümlesinin niye yazıldığını fark etme talihsizliği içindeyim. Nedenlerini sezme… Bir zaafını gizlemek, bir korkusunu, bencilliğini akla uydurmak, nedenlerin en masumlarından. Hangi kesimlerin sempatisini kazanırım güdüsü en yaygını. Nasıl en çok kişi beni sever?.. Ve tonla kuramsal kakavanlık… Bunları kendi ulaştığı mükemmel doğrularmış gibi görme, gösterme… Kendinin tam farkında olmama.

Kuram dedik ya. İster hezeyan deyin, ister başka şey… Koptuk bir kere devam edeceğiz. Marksist düşünce, insanı ve toplumu anlamada olmazsa olmaz. Marx öncesi yazarların ondan yararlanma şansı olmadı. Marx sonrası ise yararlanan yararlandı, yararlanmayan yararlanamadı. Ondan yararlanmadan insanı derinlemesine tanıyıp anlatan bazı iyi yazarlar çıktı kuşkusuz. Fakat çoğu iyi yazar eserlerini sabote eden kofluklara sürüklendiler. Hele insanı değiştirme uğraşı içindeki insanları Marx’sız iyi anlatmak… İmkansız değilse bile çok zordur. Birçoklarına göre benim böyle bir kuramsal avantajım hep oldu. Freudculukla, yapısalcılıkla, popülizmle, özgürlükçülükle falan sulandırılmamış bir Marksist kavrayış.

Ve en önemlisi: İster Marksizmin daha ileri yorumuna kapı açmak deyin, ister onun devrimci aşılması veya isterseniz tümden ilgası… Genetik bilimi, sosyobiyoloji ve evrimbilim. Evrimci psikoloji. Marksizmin bunlarla yoğrulması sonucu ortaya çıkan, çıkacak düşünce, dünyadaki şu an en üstün düşüncedir. Bu da benim romandaki en önemli özgün kuramsal dayanağımdır. Hem sebeptir, hem sonuçtur. Bambaşka bir konumdur.

Cengiz Kılçer, Birgün’de romanın siyasal hesaplaşma özelliği üstünde durdu, unutmak ihanettir diyerek unutturmamaya dönük yönünü vurguladı. Can Ertan, Bursa Haber’de Alev İşler BurasıDüzce’de İrfan Taştemur, Açık Gazete’de yazdılar. Filiz Elasu Yeni Harman’da, Aslı Uluşahin Remzi Kitap’ta romanla ilgili söyleşi gerçekleştirdiler. Hüseyin Çukur ve Şule Süzük’ün yazıları Cumhuriyet Kitap’ta rehin kaldı, yayımlanmadı. Hepsine teşekkürler.

Nihat Ateş’in söylediği gibi bu romanın gizli kahramanı “umut” olabilmişse başarmışım demektir. Cansu Fırıncı’nın dediği gibi devrimci ruhu çağırabilmişsem amaca ulaştığımı düşünürüm.