Yönetişim çağında istikrar

Psikolojik araştırmalarının biyoloji ve sosyoloji ile harmanlanması ve ekonomi-politika alanında kullanılmasının tarihi çok eskilere gitmez. İnsanların ihtiyaçlarını saptamanın ötesinde ihtiyaçların kışkırtılarak piyasaların canlandırılması ve kapitalizmin yaşam süresinin uzatılması böylesi bilim-araştırma alanlarının ucuzca kullanılmasının en bilinen ve en masum alanlarıdır. Alış-veriş çılgınlığının yaşandığı shoppinfest saçmalığından TV kanallarında para için insanların maymunlaştırılmasına dek uzanan yaşamsal yozlaşma çizgisi kapitalizmin sermaye hakimiyetinin yansımalarından başka bir şey değildir. Ne var ki, sermayenin ihtiyacı büyüdükçe oyunu da hem alan hem de tehlike olarak devasa boyutlara ulaşmakta, hatta mikro düzeyde anlaşılamayacak karmaşık içinde politik-askeri alana kadar yayılmaktadır. Korkarım ki, Türkiye ya farkında olmayarak ya da yöneticilerinin kişisel hırs ya da korunma gereksinimi ile kurtlar sofrasının kanlı rekabetinde “korunma karşılığı yandaş” olma rolü ile ülkeyi derin bir badireye sürüklemektedir. Öyle ki, 2023’lere ulaştığımızda ülkeyi dünyanın ilk on ekonomisine sokmak için gayret sarf etmemiz de gerekmiyor olabilir!

            Günümüzün teknolojisi öylesine hızla ilerliyor ki, varılan aşamalar ve bu aşamalarda kullanılan maddi teknikler yanında, bu teknikleri çıplak bireyin algılamasından gizleyebilecek perdeleme teknikleri de aynı hızda ilerlemektedir. Neo-liberalizm içine doğan devler savaşında, maddi teknolojinin hangi alanlarda insanlığa nasıl yarar ya da çoğu zaman ne tür zararlar oluşturabileceği gerçeğini perdeleyen psikoloji-sosyoloji-biyoloji tekniklerinin rolü tümüyle göz ardı edilerek toplumlarla alay edercesine bir kavram geliştirildi: “yönetişim”. Bırakalım halkın siyasilere müdahalesini, bir dünya hegemonunun bir ufak ülke politikacısını kendi çıkarı doğrultusunda yönettiği durumda, o ufak ülke halkı neyi nasıl anlayacak da duruma nasıl müdahale edecek! Kısacası, politikacının elindeki maddi ve bilimsel güçler büyüdükçe, politikacı halk ayrışması da o denli derinleşir; böylesi ortamda yönetişim falan olamaz, ya da olur da, ülkeyi felakete sürükletircesine!

            Günümüzde dünya koşullarının yönetişim kuralları da yeniden yazılmalı ve uygulanmalıdır. Devlet makinesi karmaşıklaşıp karar alma süreçleri derinleştikçe kararların karanlılık derecesi de o denli artar ve yoğunlaşır ve politik ya da ekonomik kararların genel halk tarafından anlaşılmasını beklemek de söz konusu olamaz. Bu koşullar karşısında özellikle dünya hegemonunun hakimiyet alanındaki ülkelerin istikrar arayışı ve seçenekleri, ülkenin yararı açısından günümüz Türkiye’sinde istikrar adına dayatılan politika sistem ve anlayışından çok farklı olmalıdır. Dünya hegemonunun periferi ülke yöneticisini yönlendirmesinin ülke çıkarı lehine olabildiğince engellenmesi, siyasi karar mekanizmasının sık değişikliği, siyasi kararların çoklu müzakerelerle alınması ve kararlar ve icraatın ülke sathında aleni olarak yaygınlaştırılarak tartışılmasını gerektirir. Özgürlük içinde istikrarın gereği budur!

Bu düşünceler muvacehesinde, devlet yönetiminin başkanlık sistemi ya da benzeri yöntemlerle oluşturulacak tek başlılık ya da başkanlık sistemleri Türkiye için son derece tehlikelidir. Yapılabilecek tek şey olabildiğince şeffaf ve yaygın demokrasi ortamının oluşturulması ve politik kararlarda çok sesliliği ve çok aşamalı denetim sistemi kurmaktır. Ulusal ve uluslararası kararlarda mutlaka geniş katılım ve özgür tartışma ortamında parlamento ve tüm muhalefet söz sahibi olmalıdır. Şu noktayı kesinleştirmemiz gerekir ki, parlamento kararlarının her durumda şef kararlarından çok daha sağlıklı olabilmesi, tanım gereği, parlamentonun bir parti ya da açık veya örtülü şefin güdü ve denetimi altında olmaması koşuluna bağlıdır.

Politik kararların ulusal çıkar doğrultusunda oluşturulmasının en yaygın demokrasi ile sağlanacağı açık olmakla berber, bu koşulun alt detayları tartışılabilir. Bu bağlamda iki noktanın vurgulanmasında yarar görülür. Birincisi, politikaya hakim üst düzey yöneticilerin herhangi bir nedenle suçluluk algısı ya da kompleksi ile iktidardan uzaklaşma korkusuna sahip olmaması, zira böylesi koşullarda hegemonun hakimiyeti altına girme olasılığı artar; ikincisi ise tüm politik karar ve icraatın aleni olarak yapılması ve toplumun her katmanında özgürce tartışmaya taşınabileceği kanalların açık tutulmasıdır. Türkiye’de bu iki noktada da son derecede tehlikeli gelişmeler yaşanmaktadır. Bu  bağlamda birinci konunun alanına çılgınca topluma dayatılan ve kimi çıkar çevrelerce istikrara adına savunulan başkanlık sistemi girer; ikinci konunun alanına ise basın, üniversite ve sair sosyal çevreler üzerinde oluşturulan yoğun baskı ve korku ile toplumu sindirme çabaları girer.

Yeni hükümetin programında ele alınan anayasa ve başkanlık sistemi konularında fevkalade hassas olmalıyız. Osmanlı ya da şark toplumu geleneğinden gelen itaat kültürümüz toplumsal demokratikleşme ve yönetişim konularında son derece elverişsiz koşullar oluşturmaktadır. Hal böyle olunca, Batı  toplumlarındaki başkanlık sistemini Türkiye için düşünmek Türkiye’ye değil, Türkiye’yi emelleri doğrultusunda kullanmaya yeltenebilecek hegemonun işe yarayacaktır. Türkiye’de başkanlık sistemi objektif ölçütlerle, Türkiye özelinden bağımsız, salt bir sistem olarak leh ve aleyhindeki görüşlerle ele alınıp tartışılamaz. Türkiye’de oluşturulmaya çalışılan başkanlık sistemini var olan yapılar, siyasilerin davranışı ve toplumsal biat kültürünün olumsuzlukları bağlamında tartışmak gerekir. 

            Uluslararası ilişkiler bağlamında Suriye konusunda ve Rusya ile hangi etki altında girildiği bilinmeyen çatışma, ulusal irade dışına çıkmış görüntüsü ile fevkalade olumsuz gelişirken, iç ilişkiler bağlamında da medya üzerinde oluşturulan baskı ve son olarak iki gazetecinin tutuklanarak hapse koyulması ve toplumu geren son cinayet(!) geleceğin bugünden daha karanlık olacağının habercisidir.

            Geçmişte, sol gruplar için “Moskova’nın uşakları” ifadesi kullanılırdı, şimdikilere ne ifade bulmalıyız ki, acaba!