Toplumun yozlaştırılması

Doğanın en önemli kuralı üremenin nesli güçlendirecek şekilde gerçekleşme eğilimi taşıması ve yozlaşmaya yüz tutan dokuların ölümle yok edilerek ana kütlenin sağlığının korunmaya çalışılmasıdır. Bu kuralın etkili çalışmadığı yerde biyolojik varlıklar da tabiat varlıkları da yozlaşarak zamanla yer yüzünden silinirler. Toplumların da, sosyal varlıklar olarak, örgütsel oluşumlarda veya eleman atamalarında ayırma ve ayıklama kuralına uymaları, ana dokunun varlığını sürdürmesi açısından mutlaka uyulması gereken kuraldır. Bundan dolayıdır ki, adam kayırma, iltimas ya da eş-dost ilişkisi ile oluşturulan organlar üzerinde yükselen sosyal dokular uzun dönemde gelişememekte ve gerekli atılımları yapamamaktalar.

Bilindiği üzere ileri toplumlarda referans kurumu fevkalade etkili olduğu halde, Türkiye’de ve birçok benzer ülkede adam kayırma ya da eş-dost ilişkisi revaçtadır. O kadar ki, Türkiye’de bir kurum ya da kişiden alınmış referans mektubunun Batı dünyasında fazla ağırlığı yoktur. Batı toplumlarının bizim gibi toplumlara nasıl muamele ettiği farklı bir konu olarak burada ilgi alanımıza girmemektedir. Ancak, gerek referans, gerek adam atama aşamalarında, gerekse sair tüm işlerde işin ya da atama mevkiinin gereği yerine eş-dost ilişkisinin sıkça kullanılması işlerde verimliliği kösteklediği gibi zaman içinde de topluma kötü örnek olarak toplumsal yozlaşma ve çöküşe kapı aralamaktadır.  

Türkiye’nin paralelleşmeden önceki dönemde başka türlü, şimdilerde de daha başka türlü kıstaslara göre eleman atama süreci çok tehlikeli boyutta gelişmektedir. “Paralelci” ya da başka yaftalarla şucu-bucu gibi yakıştırmalarla eleman seçimine ve atamasına gidilmesi kısa sürede iktidarın elini kolaylaştırır, iktidara eleştirel bakışı törpüler ya da baskılar, ancak uzun dönemde toplumsal yozlaşma ve çöküşü hızlandırır.

İktidar partisi ve liderler topluma rol-model oluştururlar. Bu kişiler ya da kurumlar toplumsal huzuru tehdit eden tüm hadise ve gelişmelere duyarlı olarak, tepki vermek ve olumsuzlukları elimine etmek durumundadır. Diyanet İşleri Başkanlığı olayı vahim olduğu kadar, bu olayı aklı sıra ört-bas etmeye yeltenmek de o kadar vahim gelişmedir. Diyelim ki, bir vatandaş biraz da kasti olarak böylesi sapık ilişki konusunu ilgili makama sormuş olsun. Bu durum; ilgili makamın, sapık zihniyet taşıyan soruya adeta bir ilmi makale yazarcasına kaynakça da göstererek yanıt vermesi, olayı objektif olarak açıklamak değil, sapık ilişkilerin meşrulaştırılması olarak görülmelidir. Bu tür ilişkiler toplumlarda olabilir, fakat bunların yöneltileceği merci herhalde Diyanet Başkanlığı değil, tıbbî bakımdan psikiyatri servisleri, sosyolojik açıdan ise kriminoloji ya da sosyo-patoloji servisleridir. Diyanet İşleri’nin yanıtı sadece olayın iğrençliğine iştirak olmayıp, ayrıca cihad olgusu ve kavramına da hiçbir felsefi yorum getirmemiş olduğunun açık kanıtıdır.

İktidar partisi garip bir korunma refleksi ile içindeki çürük elmaları ayıklamaya yönelmemekte, garip bir şekilde çürükleri koruma yolu ile korunma zihniyetine bürünmektedir. Bu gidişat partiyi bir süre koruyabilir, ama uzun dönemde partiyi de, toplumu da yıpratır. Benzer şekilde 16-25 Aralık olayları da açıkça aklanmaya muhtaç olduğu halde, bir şekilde üstü örtülmeye zamanla unutturulmaya ve unutulmaya terk edilme yoluna gidildi. Bu yol toplumsal rol-modeli konumundaki örgütlerin ve insanların tercihi olmamalıdır. Bir süre önce bir Batı ülkesinde bir polisin, cinayet işlemiş oğlunu, göz yaşı içinde adalete teslim ettiğini medyadan öğrendik. Her okulun imam hatipleştirildiği ülkemizde, bir zamanların modası “gardırop Atatürkçülüğü” gibi “gardırop imam hatipliliği” yaratacağımıza, biraz da insanlarımıza ve gençlerimize, kendilerine ve yandaşlarına aşırı çıkar sağlamaya meraklı  siyasilerin ve dincilerin anmak istemedikleri ünlü Nuşirevan mitini anlatsak da, kimlerim hangi durumlarda ne denli cesur ve hakka hukuka riayet ettiğini şöyle bir anlasak!

AKP esnaf kültürü üzerinde yükselen şekilci dincilikle gençleri terbiye edeceğini ifade etmekte.  Bu ifade, bizzat AKP örneğinde görüldüğü üzere, kendi içinde yanlış olduğu gibi, sosyolojik olarak da geçersizdir. Zira, ekonominin Batıya kanatıldığı, ülke varlıklarının kamu mülkiyetinden kopartılıp, tam bir yağma mantığı ile, iç ve dış sermayeye aktarıldığı ve işsizliğim giderek büyüyüp yaygınlaştığı bir ortamda geçerli olan din değil, dinciliktir. Türk – İslam ya da millet ve din damarı üzerinde at koşturmaya çalışan AKP, milletin malvarlığını yabancılaştırmış, kutsal duygularını da dincilik-siyaset bulamacı içinde yozlaştırmıştır.

Ekonomi çok önemlidir, iç ve dış siyaset de çok önemlidir, fakat bu iki alan nehirdir, sosyal doku ise nehir yatağıdır. Nehir de yatağını etkiler, ama asıl olan yatağın nehrin yönünü belirlemesidir. Türkiye’nin sorunları uzun dönemlidir, bugünden yarına çözümü yoktur, önemli olan ülkeyi olumlu hedef rayına oturtmaktır. Türkiye ise, hırsı ile çamura batmış, devlet denen “karar kutunu” nun gazabına uğramamak için iktidar düşmeme amacı ile her yolu mubah sayan bir siyasi iktidar tarafından, emperyalizmin de rüzgarı ile savrularak, yönetilmektedir.