Tedhiş ve mükafat

İzzettin Önder'in “Tedhiş ve mükafat” başlıklı yazısı 8 Nisan 2013 Pazartesi tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Siyasetin ahlakı olmaz hele de kapitalist bir toplumda siyasetin ahlakı yoktur, dincilik manevrası vardır küreselleşme politikalarının geçerli olduğu durumda ise, ne ahlakın ne de hukukun lafı olur. Türkiye böyle bir ortamda sürükleniyor. Siyaset bir tür çıkarlar değişimidir. “Size eyalet, bana padişahlık” anlaşması rahatlıkla siyaset ahlakına uyar. Kapitalist toplumda siyasetçi tüm çevresini âbâd edebilir, buna karşı halkın tepkisi “evet, ama çalışıyorlar” olur, siyasetçinin yanıtı ise “gece gündüz çalışıyoruz” olur. Sanki iktidara siyasetçinin kendisi talip olmamış da, halk siyasetçiyi rahat yerinden çekerek zorla iktidara taşımış. Anlaşılması garip seçmenle siyasetçinin güzel uyumu!

Küreselleşme politikalarının geçerli olduğu ortamda ise, ne ahlak ne de hukuk vardır bu ortamda güçlü uluslararası sermaye ve onun ordusu vardır. Güçlü ordu güçsüz orduyu düşmanına karşı kullanır, düşman yok olduğunda ortaklık biter ve kendisine kafa tutmasın diye ortadan kaldırmaya yeltenir.

Küreselleşmede yukarıdan aşağıya yağdırılan emirlerin uygulanabilmesi ulusal hukukun ve siyasi ahlakın tümüyle uygulamadan kaldırılmasını gerektirir. Çünkü artık uluslararası emperyalizm kendi usullerini dayatmaktadır. Bu usuller ise, ulusal yönetimlerce uyulması gereken kurallar olarak halklara yansıtılır ve zorla uygulamaya koyulur. Böyle bir mekanizmanın işlevli kılınabilmesi için emir alacak siyasi kanallar tek başkanlı ve basit geçirgen yapıya indirgenirken, emirlerin bu kanallardan geçerken hiçbir engele takılmaması için de denetim ve engelleme odaklarının güçsüzleştirilmesi ya da tümüyle çökertilmesi gerekir. Tüm bu süreçler, hiç ilgisi olmamasına, hatta taban tabana zıt olmasına rağmen, demokrasi aldatmacası ile rahatlıkla perdelenir ve halklara yutturulur.

“Bu süreçler nasıl bir sosyal tabandan yükselebilir” şeklinde bir sorgulama ve ufak bir araştırma bizi vahim sonuca götürür. Bir meslektaşımın ikazıyla şu anlaşıldı ki, “âkil” ile “âkıl” sözcüklerinin, Osmanlıca-Türkçe sözlüklerdeki anlamlarının karıştırıldığı ya da birbirinin yerine kullanıldığı inanılmaz bilgi ve şuur bulanıklığı içindeyiz. Anlaşılan, Osmanlıcadaki bir noktanın “b” ile “y” arasında yarattığı anlam farkına benzer şekilde, Latince’de de sadece bir nokta farklılığının iki sözcükte yarattığı derin anlam farkını fark edemeyecek bir toplumdayız. Şuurlu bir toplumda “âkıl insan” “âkil insan” rolüne soyunmaz, çünkü gururuna dokunur “âkil insan” ise toplum tarafından “âkıl insan” olarak kabul edilemez, bu da toplumu zedeler. Ama işte oluyor! Yiyici bir insan nasıl akıllı olarak kabul edilebilir ki, belki de sistem -kapitalizm- buna da cevaz veriyordur!

Medyaya yansıyan haberlere göre, bundan böyle askeri operasyonlar dev ekranlarda halka yansıtılacakmış. Ne müthiş bir tedhiş aracı! Kürt vatandaşlarla anlaşmaya çalışılırken operasyon sözcüğü herhalde “okşama” anlamına geliyor olmalı. Türkçe’de sözcüklerin kullanım yeri ve ortamı anlam kaymaları yarattığına göre, bu ortamda isteyen, her sözcüğe istediği anlamı verebilir, nasıl olsa toz duman içinde sürükleniyor ve bu sözcüğe verilecek her anlam da aynı kapıya çıkar. Demek ki, siyasette tedhiş ve mükafat elele yürümektedir belki de başarı böylesi bir makas politikasına dayandırılmaya çalışılmaktadır.

Koalisyonlar müşterek amacın kotarılmasına yönelik oluşturulabilir. Müşterek amaç birlikteliği “kütük yuvarlama” olarak anlatılabilecek birlikteliktir. Burada bir kütüğü yuvarlayarak bir yere götürmede çıkarı olan iki grup bir araya gelir, kütüğü yuvarlar ve iş bittikten sonra ayrılırlar. Bilemiyorum, son dönem sürecinde AKP ve BDP ne tür bir kütüğü, nereye yuvarlamaya çalışmaktalar. Kütük yuvarlama işi bittikten sonra oluşacak ortamda koalisyon taraflarının birbirini yemeyeceği konusunda aralarında nasıl bir protokol yapmışlardır, bunun bilinmesi gerekir, özellikle de “ilkel ileri demokrasilerde”.

Politikalarda da fizik kurallarına uygun olarak güç kuralı geçerlidir. Siyasetçi, tüm karşı çıkışlara rağmen icraatını ısrarla sürdürdüğünde, bir güç sergilediği için taraftar ağını genişletir. Ne tür toplumların güç göstergesinin cezbesine kapıldığı meselesi, maalesef, bizi biraz hazin bir yere taşır. Şöyle ki, gücü baskı ve anti-demokratik dayatma olarak algılayan toplumlar genellikle ileri toplumlardır. Bu toplumlar güç karşısında sinmez ve çıkarı yönünde örgütlenir ve hakkını savunur. Buna karşın, genellikle geri ve örgütsüz toplumlar kurumsallaşmamış olduklarından güç karşısında siner ve gücü meşrulaştırarak itaatkar tavır takınır. Bu nokta gerçekten çok acıdır. Bazen bundan farklı durumlar da ortaya çıkabilir. Hitler Almanyası ve Mussolini İtalyası buna örnektir. Bir dönemde Hitler ve Mussolini dünyada en demokratik anayasanın Alman ve İtalyan anayasası olduğunu söyleyebilmişlerdir. Amaçlarına tavizsiz giden faşistlerin, diğer alanlarda bazen sevecen, bazen yardımsever, bazen de duyarlı davranışlar sergileyerek davranışlarını perdeleyebildiklerini tarihten öğreniyoruz. Yalan, zaten işin cabası!