Tasarruf - İsraf

Geçen hafta gerçekleşen Uludağ Zirvesi’nde tasarruf yetersizliğinin önemli olduğu vurgulandı, hatta ilgili bakanın, biraz abartılı şekilde, parası olmayanın da tasarruf yapması gerektiği şeklinde ilginç bir ricada(!) bulunmuş olduğunu da basından öğrendik. Standart iktisat öğretisinde tasarruf önemlidir. Zira tasarrufun yatırıma gideceği ve böylece ekonomik kalkınma ya da büyümenin gerçekleşmesi yanında, istihdam gibi sosyo-ekonomik sorunlara da çare bulunabileceği ileri sürülür. Görülüyor ki, yatırma yönelmedikçe tasarrufun tek başına pek önemli olmadığı, hatta ekonominin çekici gücü olan harcamaların azalmasına neden olabileceğinden, ulusal gelir düzeyi ve istihdam üzerinde olumsuz etki yapacağı da ileri sürülür. 1929 Krizi ertesinde geliştirilmiş görüş bu konuyu “tasarruf paradoksu” olarak ele alır. 1963’de başlatılmış olan planlama döneminin dayandırıldığı Harrod-Domar büyüme modelinde % 18 oranında tasarruf esas alınmıştı. Şimdilerde ise, o dönemlere göre çok daha varsıl bir toplum olmuş olmamıza rağmen tasarruf oranı % 13’ler düzeyinde sürünmektedir. Tasarrufun mekanik temel belirleyicisi genel gelir düzeyi ve gelir dağılımı olmakla beraber, çok çeşitli sosyo-ekonomik belirleyiciler etkisi altında şekillenen tüketim eğilimi de devreye girerek nihai tasarruf oranının belirlenmesinde rol oynar. Bu yazıda, tasarruf olgusu ve sözcüğü üzerinde değil, tasarrufun zıttı olan “israf” olgusu üzerinde durmak istiyorum.

Tasarruf ve israf konuları niceliksel ve niteliksel olarak zamanlar arası kaynak tahsisi bahsinde incelenir. Geniş anlamda kaynak kavramı ile salt maddi alanlar değil, parasal görüntü vermeyen insan-zaman-enerji alanları da kapsanır. Böylece, geniş anlamı ile ele alındığı şekliyle, tüm potansiyel kaynakların ne şekilde harekete geçirildiği ve böylece oluşan toplumsal yürüyüş modelinin gelecekteki sonucunun ne olacağı tartışılabilir. Kısacası, görüş açımızı genişletip israf edilen parasal kaynaklar kadar, israf edilen insan kaynakları ve enerjisini de kapsayan toplam sosyal maliyetler hakkında çok daha gerçekçi bir çözümleme yapmak gerekir.

Kapitalizmin sistemik israf ve adaletsizliklerini bir an dikkate almadan iddia edilebilir ki, toplumsal ekonomilerde israfı önleyen çok önemli faktör istikrarlı burjuva demokrasisidir. Kapitalizme geçişi önemli bir hamle olarak niteleyen Marks dahi, burjuvazinin oluşturduğu yönetsel sistemin feodalizmden farklı çok ciddi bir aşama olduğunu ifade etmiştir. Böyle bir sistemde ideolojik olarak belirlenmiş olan kurallar, bireylerin karar alma ve uygulamalarında önlerini görebilecekleri makul bir süre içinde sabittir ve siyasi liderin amaç ve duygularına göre değişmez ve keyfi şekilde amacı dışında uygulamaya koyulamaz. Böylesi düzgün yönetimlerde idari ve yargısal kadrolar mevcut yasalar çerçevesinde kararlar oluştururken, siyasi liderin keyfi tercihine göre karar vermemenin riski ile ilgili kuşkuya düşmez. Zira olabildiğince düzgün sistemlerde yönetim kademesinin özellikle üst basamaklarında yer alan kamu çalışanları ve yargı erki mevcut hukuk kural ve usulleri ile tepeden gelen özel emirler arasında sıkışıp, enerji israfında bulunmaz. Yukarıdan gelen özel direktiflere uymayıp, hukukun gereğini yerin getirenler siyasi cezaya çarptırılarak toplumsal israf konusu olmazlar.

Kısacası, hiç iddialı olmadan, kapitalist sistemin burjuva ideolojisi kurallarının mevcudiyeti durumunda, toplumsal sisteme hâkim olmak isteyen siyasi erk yönetimi güdülemek kaygısına düştüğünde, ne demokrasiden ne burjuva özerkliğinden ne de etkin kaynak kullanımından söz edilebilir. Uludağ zirvesinde tasarruf konusunu öne çıkaran bakan keşke günümüz Türkiye’nin görüntüsünü dikkate alarak, kamu yönetimi, hukuk, medya, eğitim ve üniversite ya da çeşitli amaçlı anlamsız inşatlar gibi daha birçok alanı da kapsayıcı hem maddi hem de insan enerjisi açılarından nasıl bir israf durumu sergilendiğini resmedebilseydi! Medya baskılanması neticesinde tonlarca kâğıt ve insan enerjisi toplumun sağlıklı bilgi almasının engellenmesinde kullanılabilmektedir. Barış imzacıları akademisyenler işlerinden atılmakta veya meslek yaşamlarında tereddüt ve endişeye sürüklenmektedir. Dünya üniversite dokusunun temeli olarak kabul edilen ünlü Alman Tarihçi Okulu’nu Hitler’in dağıtmasına benzeri operasyona muhatap olan hiçbir ülkenin akademik yaşamı sağlıklı sürdürülemez. Uzun yıllar toplumsal kaynak tahsisi ve bireysel emek sonucu biriktirilmiş olan akademik potansiyeli, geçerliliği olmayan sözde gerekçelerle itham edip, çökertmeye çalışmak, hak ve hukuk anlayışına sığmadığı gibi, siyasi etiğe de aykırıdır. Akademisyenin halkın yanında ve bağımsız olması hasebiyle, dünyanın hiçbir yerinde teröre arka çıkmaz, destek vermez. Zira terör halklara karşıdır ve baskı rejimi sembolüdür; akademik düşünceye terstir. Ancak akademi siyasi erkin terörle mücadele yöntemini eleştirebilir. Bu da onun akademik yetkisi içinde görevidir. Ceza hukukunun kıyasa yer vermeme felsefesi bir tarafa bırakılarak, tepeden imalarla istenen sonuçların istihsal edilmesi, büyük bir israf kaynağı olarak her faziletli hukukçuyu derinden rencide etmelidir. Siyasi davranış patolojileri siyasi hata olarak addedilebilir ve söz konusu kadrolar halkın oyları ile siyasetten uzaklaştırılarak bir anlamda dönem kapanmış olabilir. Ancak, yargısal aykırılıklar ve yanlış yönelişler toplumların temel ahlak ve davranış yapı taşlarını söker ve çöküşe yol açar. Böyle bir toplumda bakanın kastettiği anlamda tasarruf yapılsa da, toplumda ciddi israf yaşandığından sonuç hüsrandır. Çok ciddi başka bir örnek olarak da ekonominin bir seferlik yatırım olarak tanımlanabilen anlamsız inşaatlara kaynak ayırması, atıl kapasite yaratması, alternatifi olan fabrikaya göre çok ciddi bir israf olarak gösterilebilir. Halkların bölünmesi ve halklar arasında kin tohumlarının yükseltilmesi yanında, gericiliğin toplumda yaygınlaştırılması da toplumsal açıdan insan kaynağı ve enerjisinin israfı niteliğindeki olumsuzluklardır.

Bunlar ve bunlara benzer daha bir dizi israf söz konusu iken siyasi erkin anlamsız şekilde faiz ve tasarruf gibi parasal konulara takılıp kalması ya bilgisizlik ya da anlamsız politik tercih veya gündemi saptırma saplantısı olarak görülebilir.