Siyasetin ve siyasetçinin halklara yabancılaşması

Zaman içinde yol aldıkça ilerliyor muyuz, yoksa geriliyor muyuz, doğrusu kestiremiyorum. Platon’un demokrasi anlayışından, günümüz demokrasi anlayışına, etik ve felsefe hakimiyetinden sermaye köleliğine evrilmemizin sonuçları küresel ve insansal yıkım şeklinde gerçekleşiyorsa, burada umutlanacak değil, kederlenecek bir durum ve geleceğe yöneliş var demektir. Tüm göstergelerin ortalamalarla yapıldığı bir hesaplama sisteminde, gelirler yükselirken, insanlığın giderek büyük bölümü yoksulluğa itilmekte yaşam düzeyimizin yükseldiği hayali yaratılırken, küremizin yaşam süresinin giderek kısaldığı senaryoları üretilmektedir. 1929 Krizi ertesinde ünlü Keynes politikalarının tek hedefi istihdamı sağlamak amacıyla ulusal geliri yükseltmek iken, içinden geçtiğimiz finansal köpük cennetinde insan unutulmuş, paranın değerinin korunması peşine düşülmüştür. Ne var ki, son kriz ertesinde, 2013 programı ve 2015 ufkunda sanki yine insana yöneliş sezilmektedir! Küreselleşmenin coğrafi sınırlarına erişilmiş ve sosyal sorunlar sistemi sarsmaya başlamışken, bazı önlemler kaçınılmaz olabilir!

Nedir bu yalpalanma? İnsan böylesi yalpalanmada kendisini nasıl güvende hissedebilir? Toplumlara öyle gösteriliyor ki, bu yalpalanma Dünya Bankası ve IMF gibi ya da benzeri yan kuruluşlarda istihdam edilen “alim iktisatçılar” tarafından, insanların selameti için planlanmış “yüksek planlar”dır. Yansıtıcılar ya da “power point”li cilalı sunumlu köleleştirici “bilimsel soslu” toplantılarda böylesi kutsallaştırılmış metinler siyasilere ve/veya bilim insanlarına aktarılarak, o kanallardan toplumun alt katmanlarına yaygınlaştırılması sağlanmaktadır. Böylece, “IMF ya da Dünya Bankası ileriye yönelik olarak, dünya için ne öngörüyor” ya da “Bu kurumlar Türkiye için nasıl bir öngörüye sahipler” gibi, herkesin merakla beklediği(!) metinler halklara yutturuluyor. Metinler ve öngörüleri kötümser de olsa, metin meşruiyet kazanırken, içeriği kutsal hükümler olarak insanların bilinç düzeyine kazınır.

İnsan merak ediyor, DB ve IMF gibi kurumlar bu metinleri yayınlarken, neden sadece betimleme ile yetinmekte, bilimsel yaklaşımın vazgeçilmez yöntemi olan “nedensellik” ya da sebep-sonuç ilişkisine yer vermemektedir. Söz konusu kurumların metinlerini yorumlayan çoğu “alimler(!)” de salt betimlemeyi aktarmakla yetinip, bazen bir-iki hatırlatmayla sistem içi alınabilecek önlemleri sıralayarak, hem küresel düzeydeki tüm raporlara hakim, hem de görev yapmış olmanın dayanılmaz mutluluğu hissiyle, (sermaye yanlısı medyadaki) köşelerine çekilmekteler.

İşte bu noktada siyasetçinin eli rahatlamaktadır. Zira, gerek küresel, gerek ulusal düzlemlerde sermaye hakimiyeti sürerken, bu hakimiyetin zarar verdiği dokuların düzeltilmesinin ya kısa sürede zaten olanaksız olduğu ya da uzun dönemde gerekli tüm önlemlerin(!) alınacağı yönünde ünlü siyasi aldatmaca ile işler geçiştirilmektedir. Böylece, “ulema” (iktisat alimleri!) takımı ile siyasetçi, DB - IMF hüküm ve kehanetlerini elele ulusal düzleme taşırken, bu politikaların kimin yanında olduğunu, hatta hangi çevrelerin dayattığını sorgulamamaktalar. Şimdiye kadar böyle yapılmış olduğu gibi, gidişata bakılırsa, bundan böyle de böyle yapılacağı anlaşılmaktadır.

Siyasetçi ile bilim insanının farkı bu noktada ortaya çıkar. Siyasetçi, oy endişesiyle topluma uyum sağlarken, onun bilincini değiştirmez. Buna karşın, bilim insanının böyle bir endişesi olmadığı için toplumu yüceltici önerilerde bulunur. Bu satırları okuyunca, gülümseyerek, yukarıdaki ifademle çelişkiye düştüğümü düşüneceksiniz. Sevgili okurlarım, lügat anlamı ile değil, toplumsal algılama bağlamında “ulema” ile “alim-ler” farkı buradadır. Şimdiye dek hangi ulamanın insanları sistemin kölesi olmaktan kurtarmaya çalıştığını gördük ki? Sermaye hakimiyetinde oluşan toplumsal dokularda tutunma derdindeki ulema da, halk dilindeki ulama gibi, tüm kutsal görüntüsü altında, bu dokuya karşı çıkamaz ve çıkmamıştır. Toplumların fevkalade önem atfettiği örf ya da gelenekler de sermaye başatlığında gerçekleşen ekonomik sistemin işleyiş dinamikleri tarafından oluşturulmaktadır. Başka bir deyişle, her iki anlamdaki ulema da, aynen siyasetçi gibi, sistemin üst-yapı kurumları olarak, sermaye ideolojisini, kah siyasi karar -hatta demokrasi- kah kutsal hükümler olarak topluma enjekte ederek toplumun beynini ve bilincini tutsaklaştırır. Siyasetçinin halkına yabancılaşması, ekonomik işleyiş dinamikleri ile olduğu kadar, yardımcı ulemanın da telkinleri ile halk tarafından anlaşılamaz ve yadsınamaz.

Bu oluşumun siyasiler açısından vazgeçilmez koşulu da, ulemanın yetiştiği ve istihdam edildiği yüksek öğretim kurumlarını siyasi-ideolojik denetim ve baskı altında tutmaktır. YÖK’ün varlığının da, üniversitede giderek yaygınlaştırılan atama sisteminin de, siyasi ve cemaatçi kadroların üniversiteleri işgalinin de gerekçesi budur. Tabii ki, yaygınlaşan vakıf görüntülü örtülü amaçlı üniversitelerin gerekçesi de aynıdır: Sermaye dokusu hakimiyetinin beyinlere ve bilince kazınması! Unutmayalım ki, laik devletsel görev anlayışı ile bağdaşmayan alt ve orta kademelerde yürütülen imam hatipleşme de, sermaye ve emperyalizm baskısının algılanmasına duyarsız kalıplanmış muti insan yetiştirme amacına hizmete yöneliktir. Bu durum, sözde bilim insanının, yani ulemanın, olması gereken dokuya, siyasetçinin de seçmene tam bir yabancılaşmasıdır.