Siyasetçi karşısında düşünen insana ihtiyaç var mı?

Batı ile Doğu ekonomi ve sosyal sistemleri arasındaki temel fark burjuvazi ile emeğin karşılıklı dengeli gelişmesindeki farklılıklardır. Batı’da feodalizme karşı ilerici çıkış olarak ifade edilen bu gelişmede burjuvazi ile emek gücü oldukça dengeli olduğundan sistem düzenlemesi de kapitalizmin olabildiğince demokratik görüntülü yüzünü sergileyebilmiştir. Ne var ki, her sistem organik bir varlık olarak daimi evirilme ve büyümeye yatkın olduğundan kapitalizm de büyüdükçe kendi başat elemanı olan sermayeyi emeğe hâkim kılarak ilk dönemlerdeki göreli demokratik ve ilerici niteliğini kaybetmiştir. Buna rağmen, günümüzün ileri ekonomilerindeki göreli demokratik görüntü bu ülkelerin yaşadıkları zenginliğin eseri olduğu kadar geçmişteki sosyal birikimlerinin de kalıntısal eseridir. Geç kapitalistleşen ekonomilerdeki görece vahim durum ise, yeteri derecede burjuvazi oluşamaması ve fakirliklerinin sıkıntılarının olduğu kadar geçmişten aktarılan birikimsiz miraslarının da yansımasıdır. Türkiye, maalesef, kendisine ikinci kategoride yer bulabilmektedir.

Ekonomik ve toplumsal gelişmenin bir göstergesi sanayileşme, diğeri ise kültür ve sanat alanındaki aşamalardır. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Batı dünyası birinci sanayi aşamasını bitirmiş ikinci aşamaya geçiyordu. Osmanlı’dan üç beş askeri fabrikanın devralındığı dönemde Avrupa makine sanayiini nerede ise kapatıyor ve elektrik-elektronik aşamaya geçiyordu. Günümüzde ise Türkiye henüz birinci sanayi aşamasını dahi tamamıyla kapatamadan dünyanın teknoloji-ötesi sanayiye ve finansal işlemlere geçişine tanık oluyor. Sanat ve kültürün göstergesi olarak en belirgin örnekleme üniversiteleşme alanında yapılabilir. Üniversiteleşmemizin biraz müsamahalı olarak bir asırlık bir tarihi olduğunu kabul ederek ve bu arada Hitler’in gazabından Türkiye’ye sığınan ünlü profesörlerin de katkısını dikkate alarak, bu macerayı Batı üniversitelerin kuruluş tarihleri ile kıyasladığımızda, yerlere göklere sığdıramadığımız Osmanlı’dan devraldığımız vahim tablo ortaya çıkar. Batı’da üniversitelerden birkaç örnek yüzümüzü kızartmaya yeter. Örneğin ünlü Oxford Üniversitesi’nin kuruluş yılı 1096’dır. Cambridge Üniversitesi 1209 yılında kurulmuştur. ABD’de de Chicago Üniversitesi 1892 yılında kurulmuş, 72 Nobelli ünlüsü bulunan Massachusetts Institute of Technology (MIT) ise 1865 yılında kurulmuştur.

Bu ahval ve şerait altında bizim gibi ülkelerin, dünya sistemlerinin sıkıştığı bir ortamda ne yapması gerekir? Bu sorunun tek yanıtı vardır: geç gelişen ekonomilerin salt yürüyen, acıkan, yorulduğunu ve uykusu geldiğini idrak edebilen biyolojik yaratık değil, düşünen ve çözümleme yapan analitik beyin yetiştirmesi gerekir! İşte bu noktada siyaset-akademi çatışması gündeme gelmektedir. Siyaset kendisini yönetimin tek hâkimi olarak gördüğü sürece akademi ile çatışmanın birinci nedeni ortaya çıkar. Siyaset toplumun varsıl sermaye kesimi ile yakın ilişkiye girdikçe de sermaye adına akademi ile çatışır hale gelir. Günümüz koşullarında siyaset emperyalizmin emrine girdikçe akademi ile çatışma daha da yoğunlaşarak, akademi dışlanır ve baskılanır. Her üç halde de karşıtlarına karşı despotik tavır sergileyen siyaset, ana dürtüye ilaveten, farklı kademede farklı saiklerle davranış sergiler. Şöyle ki, siyaset-akademi çatışması, birinci durumda kişisel dürtü ve/veya hesap sorulabilir olma durumundan kurtulma gayesiyle, ikinci durumda burjuvazinin hizmetkârlığı, üçüncü durumda ise emperyalizmin emirlerine itaatle tetiklenir.

Günümüz koşullarında bir ülke siyasetçisinin konumu, bir dizi faktör yanında, asıl olarak ülkenin dünya ekonomisindeki yerine ve sermaye dokusunun gelişmişliğine bağlıdır. Var olan kapitalizmin küreselleşme aşamasında merkez sermaye yaşadığı derin krizi aşabilmesi ya da hafifletebilmesi amacıyla çevresel ekonomileri ekonomik vantuzlarla emer. Bu amaçla uygulanan emperyalist politikaların suhuletle yürütülebilmesi, sömürü altındaki çevresel konumlu ekonomilerdeki olası mukavemet mercilerinin paralize edilmesi ile olanaklıdır. Örneğin, merkez ekonomilerin çevresel ekonomilerde özelleştirmeler yolu ile hâkimiyet kurmasından, finansal süreçlerle yaratılan değerlerin yüksek faizle ülke dışına taşınmasına dek bir dizi işlemin hiçbir potansiyel makama takılmadan gerçekleştirilmesi sömürü altındaki ülke siyasi figürünün ülke halkı ve kurumları üzerinde mutlak otoritesini gerekli kılar. Böyle bir yapılanma modelinde çok önemli analitik süzgeç rolünü görebilecek olan genelde eğitim, özelde de yüksek eğitim ve üniversite odakta yer alır. Eğitim sisteminin düşünen ve eleştirel insan üretme kapasitesi, doğal olarak, emperyalizmin ve o doğrultuda yapılanmış iç siyasi organın şiddetle itiraz ettiği temel karşıt yapıdır.

Türkiye’de üniversitelerin yakın zaman tarihine bakarak, meşum çökertilme operasyonunun 1982 YÖK uygulaması ile başlatılmış olup, yapı zamanla sistemle bütünleşircesine giderek merkezin hâkimiyetine girmiş olduğu saptanabilir. Öyle ki, seçim vaatlerine demokratikleşme sosu katma heveslisi kimi politikacılar YÖK’ü kaldırma vaadi ile iktidara geldikleri halde, tam tersi uygulama yaparak, YÖK’ü amaçları doğrultusunda kullanmaktan geri durmamışlardır. Batı ülkelerinde üniversite sisteminin uzun yıllar boyunca tedrici gelişmesi karşısında, Türkiye’de büyük bir siyasi başarı olarak yansıtılan hızlı üniversiteleşme aslında üniversite olgusunun sulandırılmasıdır. Son dönem uygulaması olan kararnamelerle öğretim üyesi kıyımı çok ciddi beyin kaybına yol açarken, aynı zamanda toplumun temel düşünme kapasitesine de büyük bir darbe indirilmiş olmaktadır. Ünlü sanayici Henry Ford’un mezar taşında, “etrafında kendisinden akıllı insanları toplamasını bilen insan” mealinde bir not bulunduğu kaydedilir. Siyasetçinin de her konuda ilgili akademik kadrodan destek alması gerekirken, bu kadroları tırpanlaması akıl ve mantıkla anlaşılabilir görülemez. Eğer yaşanan vahim olayların halka bir yararı varsa, bu tür uygulamalar devletin baskı aygıtı olan emniyet güçlerinin baskı ve şiddeti altında gerçekleştirilmez, rahatlıkla halka ve ilgililere açıklama yapılarak ve onların da desteği alınarak uygulanır. Uygulama böyle olmadığına göre, bu işte bir yanlış var demektir. Keşke, ülkeye daha fazla zarar verilmeden böylesi halk aleyhine uygulamalardan dönülse ve yapılmış yanlışların da düzeltilme yoluna gidilse!