Sistem ve yönetim biçimi üzerine

İçinden geçtiğimiz dönem Türkiye için çok acı olmakla beraber, iki açıdan kendimi çok şanslı hissediyorum. Birincisi, dünya kapitalizminin neo-liberal denen aşamasında, biraz abartmama izin verilirse, “jandarma devlet-serbest piyasa” görüşünün test edilişine tanık oluyorum. Bir zamanlar Şengör Hoca’nın Körfez depremi ile ilgili söylediği ve maalesef, çoğunlukla yanlış anlaşıldığına benzer şekilde, ben de kendi akademik uğraş alanımda çok değerli bir deneye tanık oluyorum. Klasik iktisatçıların Keynes’e gelene dek koro halinde haykırdıkları, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” koşulunda tüm dengelerin sağlanacağı, hatta devletin ekonomiye müdahalesinin olumsuz sonuç vereceği görüşünün bir kez daha test edilişine ve sonucuna, mesleğimin son aşamasına geldiğimde tanık olmaktayım.

Serbest ekonomi görüşü ilkin 1929 Krizi ile çöktü, fakat Keynes bazı yamalarla kısa süreli olarak sistemi ayakları üzerine oturtmayı başardı. Kapitalist dünyada yaşanan pembe rüyalar sanki Marks’a karşı Keynes’i haklı çıkarmıştı. Bu rüya 1970’lerin ortalarına doğru çökmeye başladı. 1980’lere geldiğimizde, bu kez de Keynes kenara atılıyor ve Chicago delikanlılarının devleti geri plana çeken neo-liberal politikaları devreye giriyordu. Öyle ki, bu dönemde de, Marks bir yana, sanki Keynes bile silinmişti. Bu kez de Keynes’e karşı Hayek-Friedman ekolü zaferini ilan ediyordu. 2007’lerin sonlarına doğru yine bir yıkım yaşandı. “Marks hayaleti” bir türlü tarihin çöplüğüne gönderilemiyordu! Mantık, her hatanın ancak bir kere yaşanabileceğini söyler. Bu süreçte çıkarı doğrultusunda davranan kapitalistler anlaşılır da, onların çıkarını savunan akademiye ne demeli!

İçinden geçerken kendimi şanslı gördüğüm ikinci neden de, içimi derinden yaralayan, devlet(imiz!)in yönetim biçimidir. Ekonomi teorilerini akıllara durgunluk verecek şekilde alt-üst eden muazzam enerji, herhalde, siyaset çarkını da kendi emrine alacak ve istediği yönde çevirecektir. Üstelik de bir dünya sisteminde bütünleşen bir ekonominin çarkları, daha büyük çarklar başta olmak üzere, tüm sistem çarkları ile de uyumlu olmak zorundadır. Bu zorunluluk, çarkların muharrik gücünün dışarıya bağlı olması derecesinde artar.

Böylece ortaya saçılan Lego parçalarını birleştirip, son seçim ile ilgili bir iki laf ederek bugünkü konuyu bağlamak istiyorum. 12 yıllık iktidar döneminde, Cumhuriyet döneminin en yüklü özelleştirmeleri yanında, önemli düzeyde belediyecilik faaliyetine ve yaygın inşaat faaliyetlerine tanık olduk. Belediye faaliyetleri, akçeli işler, inşaat-ihale işleri ve özelleştirmeler vs gibi idare ile sermayeyi karşı karşıya getiren işler, açıktır ki, tüm taraflara yarar sağlar. Etiksel açıdan tasvip edilemez, ama kapitalizmde böylesi işleri tutanların parmaklarını yalamaları, maalesef bizzat halklar tarafından da meşrulaştırılır. Kapitalizmin her krizinde sistemi çözümlemek yerine kurtarma fedakarlığına soyunan liberaller, açıktır ki, çevresel ekonomileri de merkezin hizmetine sokma becerisinden uzak durmayacaklardı. Nitekim, durmadılar da! Son kertede gelişmelere baktığımızda, 2000 IMF-Derviş projesi, böylesi bir ihalenin zor durumda kalmış olan bir ekonomiye dayatılmasından başka bir şey değildir. AKP bu ihalenin yürütücüsüdür. İktidara seçim kazandıran 12 yıllık dış kaynak bolluğu, unutmayalım ki, aynen rüşvette olduğu gibi, getirdiğinden çok daha fazlasını götürmüştür. AKP iktidarına oy kazandıran sağlık politikası da cicim dönemini tamamlamak üzeredir.

Emperyalizmin dört koldan gelen saldırılarının acıları su yüzüne çıkmaya başladıkça, ihaleye soyunmuş olan siyasi iktidar, bir yanı ile topluma narkoz verirken, diğer yanı ile de sertleşecektir. Aynı anda kamu kurumları arasında da ihtilaf ve çatlaklar belirecektir. Parlamentonun baskılanması ve yargı organları ile çatışma yaşanması rastlantısal olmadığı gibi kendisini lider gibi görenlerin mizacına da bağlanamaz. Kaldı ki, her ne kadar sinirlerimizi bozsa da, “çocuktan al haberi” misali, kamu kurumları arasındaki söz konusu çatışmaların siyasilerin bazı konuşmalarında denetimsiz şekilde topluma yansıması, sorunun ve iç çarklardaki işleyişinin olabildiğince alenileşmesi açısından şans olarak görülebilir. Emperyalizme eklemlenme ihalesine soyunanlar, halk temsilcileri ile parlamentoda toplumsal yararı koruma görevi ile yükümlü yargı organları ile hukuk alanında denetim kurumları ile de idari alanda çatışır. Keşke bu çatışma akademik ve medya alanında da yaşanıyor olsa idi!

Çatışmalar halkın yararına, fakat siyasilerin aleyhine geliştikçe kurumlar üzerinde baskı kurmak, yapılarını değiştirmek ve zaman zaman bunları halka şikayet etmek sistemi karartma süreçleridir. Tüm faaliyetlerde “ulusun yüksek menfaatleri” gibi hamasi ifadeler, kullanan inanmasa da uymasa da, tabii ki toplumsal narkoz maddesi olarak kullanılacaktır. Şu kadar ki, güzide kamu kuruluşlarını ve finans kesiminin büyük bölümünü özelleştirme politikası ile yabancılara devretmede bir beis görmeyen hükümet, sosyal medyayı boğmaya çalışırken, bunların yabancı şirketler olduğu gerekçesine sığınabilmektedir. Söyleyene hayret, dinleyene hayret!