Sevinilecek bir şey değil

Özgürlüğünden mahrum olarak, yaşamının 5 yıla yakın bölümünü parmaklıklar arkasında geçirmiş olan Mustafa Balbay’ın özgürlüğe kavuşması, doğal olarak, kendisini ve ailesini sonsuz sevince boğmuştur. Zira Balbay’ın özgürlüğüne kavuşması aynı anda ailesine kavuşmasıdır. Ama bu durum, birey ve toplum olarak bizleri sevince boğamaz, tam tersine Balbay’ın parlamento konuşmasında ifade ettiği gibi, çok ciddi hukuk skandalı üzerinde düşünmeye, hem de iki kez derin düşünmeye sevk eder.

Bir defa, onlarca kişi tutuksuz yargılanabileceği halde, insan yaşamını hiçe sayarcasına insanlar yıllarca ailesinde uzak ve özgürlüğünden yoksun bırakılmaktadır. Hukuk sistemi bir üst-yapı kurumudur. Hukuku yapanlar da, amaçları da bellidir. Hukuk sistemini, siyasal iradenin sabah kalkınca aklından geçen bir düzenlemenin biat mantığı ile parlamentodan geçirilmesini hukuk sistemi oluşturma olarak görmek tabii ki olanaklı olamaz, ama maalesef öyle olmaktadır. Balbay parlamentoda konuşmasını yaparken, o mekanda bulunmamış olmamı yaşamımda tattığım en büyük haz olarak görmekteyim. Parlamentoda büyük bir üstünlükle çoğunluğu elinde tutan bir partinin duruma ve çıkarına uygun her düşünce ya da eylemi yasa haline getirmesinin burjuva demokrasisinde dahi hukuk olarak görülmesi söz konusu olamayacağı gibi, şekli anlamda yasa olarak dahi görülemez. Ne var ki, kapitalizmin çaresizlik karşısında hırçınlaşan günümüz koşullarında ileri ülkeler dahi öyle lider görüntülü siyasiler tarafından yönetiliyorlar ki, 1786 Devrimi ile insanlığa özgürlük, eşitlik, kardeşlik ilkelerini öğretmiş olan bir neslin torunları dahi Ermeni soykırımı yapılmadığını ifade etmeyi yasaklayabilmiştir.

Bunları hepimiz biliyoruz, fazla söze gerek yok. Bu başlangıcı, bir devletin hangi gerekçe ile olursa olsun, intikama yöneldiği zaman neleri yapabileceğini belirtmek ve hukuk denen aracın da kimin yararına çalışabileceğini ortaya koymak amacı ile yaptım. Kendisine hiçbir etik sınır tanımayan, elindeki tüm siyasi, idari ve yargısal aygıtları, kuvvetler ayırımı ilkesini hiçe sayarak kullanmaya yeltenen bir siyasal erkin tek sınırı halk kanaati ve halkın siyasi eylemidir. Halkın önemli bir bölümünün mağdur edebiyatı ile kandırılarak yandaş kategorisine boca edildiği bir siyasal ve sosyal doku bağışıklık sistemini çökertmiş demektir. Böyle bir yapılanma, sistemlerin giderek mükemmelleşerek evrildiği tezine değil, çevreye uyarak yaşamını sürdürme tezine uyar.

Küresel emperyalizm döneminde çevresel bir ekonominin, tüm bağışıklık sistemini çökerterek merkez dokuya uyumlaştırılması, açıktır ki, çevre ekonominin ve halkların yararına olamaz. Günümüzün ekonomik koşullarında ekonomik kaynakların hareket yönü ve yaşanan krizlerin çevreye yaygınlaştırılması gibi gelişmeler ekonomiler arasındaki ilişkiyi çok net olarak ortaya koymaktadır. Bu tür ilişkilerin ikili yapısının bir yüzünü toplumlararası ekonomik ilişkiler, diğer yüzünü ise uluslararası anlaşmalar ve bu anlaşmalar doğrultusunda yapılan iç hukuk düzenlemeleri yansıtır. Örneğin, Anayasamızdaki “kamu yararı” ilkesinin yasadan çıkarılması, özelleştirme hükümlerinin, uluslararası bir tür sözleşme olan MAI kurallarına uygun olarak gerçekleştirilmesi ve buna benzer daha bir dizi şekli yasa değişiklikleri sayılabilir.

Türkiye’nin günümüz siyasi koşulu ve parlamento yapısı ile bir “sivil anayasa” yapma şansı yakaladığı ve 1982 baskıcı Anayasası’ndan bu şansla kurtularak, tarihinde sivil bir anayasa yapma mutluluğu yaşaması gerektiği tezi ile bir uluslararası program tezgahlanmaktadır. Emperyalist amaç güden bu tez yanlıştır. Bir anayasa ihtilal sonrası ve askeri yönetim altında yapılmış olsa dahi “sivil” olmak niteliğinden mahrum değildir, olamaz. Her anayasayı, ulus devlet dönemlerinde iç burjuvazi, emperyalist dönemlerde ise merkez emperyalizm yapar. Zaten, askeri hareketler burjuvazinin yerleştiği ve kurumsallaştığı merkez ekonomilerde değil, burjuvazi ve/veya emperyalizmle halkın çıkarlarının çatıştığı çevresel ekonomilerde gerçekleşir. Bu durumu gizleyebilmek için de darbecileri “our boys” olarak niteleyen merkez ajanlar, görünüşte darbeyi kınar. Emperyalistler, aynı amaç ve yöntemle, bir çevresel ekonomide kendi çıkarlarına hizmete yönelik siyasal kadrolar iş başına geldiğinde, emperyalizmin ülke ekonomisi duhulünü engelleme eğilimi taşıyabilecek güçlerin pasifize edilmesini de demokratikleşme adımı olarak niteleyerek alkışlarlar.

İşte bu ortamda, iktidar partisinin, protokole aykırı olarak, anayasa hazırlık masasından çekilmesi fevkalade yoruma muhtaçtır. 1961 Anayasası, ithal ikameci politikalara yönelmiş ekonomide iç pazarı genişletici sosyal demokrat ilkeler taşırken, 1982 Anayasası ise dış güçlere borçlarımızı ödeyebilmek için baskıcı yapı oluştururken, küreselleşme adı ile tüm yerküreyi emperyalizm alanına dahil eden merkez güçler acaba bu kez burjuvaziyi dahi dışlayabilecek ne tür taleplerle tasarlanan yeni anayasaya kimlik oluşturmaya çalışıyordu? Böyle bir damgayı parlamentoda hakim bir parti tarihsel olarak yüklenebilir mi, yoksa acaba bu işi ileri dönem koalisyonlarına bırakmak daha mı hayırlı olur? Kimin için?