Matematiğin mucizeleri

Çağımızın matematik dehası olarak tanıtılan Edward Frenkel geçen günlerde önce ODTÜ’de daha sonra da Boğaziçi Üniversitesi’nde konferanslarla topluma tanıtıldı. Harvard Üniversitesi’nde eğitimini almış olup, halen California Üniversitesi’nde hocalık yapıyor olan Frenkel, Türkçeye Saklı Gerçeğin Kalbi adı altında çevrilen ve ABD’de New York Times Bestseller olan kitabın yazarı. Kitap şimdiden 13 dile çevrilmiş, 4 dil çevirisi de yolda imiş. Frenkel ile Pelin Batu’nun yapmış olduğu ilginç röportajı Cumhuriyet gazetesinde ilgi ile okudum. Hatta, kitabı da almayı düşünüyorum. Bugün, şimdiki bilgimle, salt röportaj üzerinde bazı şeyler söyleyeceğim. Eğer kitaba ulaşırsam, okuduktan sonra onun hakkında oluşan görüşlerimi de siz değerli okuyucularla paylaşmak isterim.

Sayın Batu’nun yönlendirici soruları ile güçlendirilmiş olan röportaj gerçekten ilginç ve düşündürücü. “Bir insan ölünce, ona insan diye değil, Müslüman mı, Hristiyan mı olarak bakmak…” ya da “çok sayıda insan ölünce, sadece istatistiğe indirgeniyorlar” sorusuna karşılık olarak “Doğru. İlk etapta sayı oluyorlar. İnsanlıktan uzaklaşma. İkinci aşamada kimlik yapıştırma başlıyor. Şu kadar Müslüman, Hristiyan ya da Yahudi öldürüldüğü gibi.” Charlie Chaplin’in Büyük Diktatör adlı filmine gönderme yaparak, uçak ve radyonun bizi yakınlaştırdığını ama aynı zamanda katılaştırdığından bahsederken, Frenkel bugün uçak ve radyonun yerine internet ve bilgisayarı koymamız gerektiğini büyük isabetle söylüyor. Hele şu cep telefonu fanatiklerine ne demeli! Bu fanatikler, beyinlerinin nasıl tutsak edildiğinin farkında olmadan “elektronik tesbih” misali ellerinden düşürmedikleri kişilik ya da servet göstergesi telefonlarının nasıl çok yönlü bir sömürü aracı olduğunu bir anlayabilseler! Ne var ki, insan bu idrake, beyni tutsak edilmeden ulaşılabilir, zira beyni uyuşmuş bir birey, uyuşturan ajanı algılama ve anlama yetisini kaybeder.

İlginç röportajın iki noktası dikkatimi çekti. Birincisi, Sümer tanrıçası Ninsun’un, yer altı dünyasına inince tüm mücevherlerinden, kıyafetlerinden ve katmanlarından kurtulmasının gerektiği olgusunda insanların farklılıklarının üstünde durulmayışının vurgulanmasıdır. Röportajda dikkatimi çeken ikinci nokta ise, davranış kodlarımızın denetlenmesi ve yönlendirilmesini açıklayan balıklarla yapılan ilgili ilginç deney oldu. Bir havuz içindeki cam bölmelerle balıklara yüzme alanlarının öğretilmesinden sonra, bölmelerin kaldırılmasına rağmen balıkların cam bölme varmış gibi öğrendikleri alanın dışına çıkmadıklarının görüldüğü deney, Bourdieu’nun “yapılandırılmış yapı” olarak tanımladığı insan davranışını açıklamaktadır.

İnsanların farklılaştırılmaları hoş değil ise, niçin farklılaştırılıyorlar? İlginç röportajda bu konu da işlenmiş olsa idi, taşlar yerine oturacak idi. Zira, toplumsal bir sorundan söz ediyor, salt onun değişmesi gerektiğini söylüyorsak, böyle bir söylem kulağa hoş gelen talep ya da dilekten öteye geçmez. Bir talep ya da bir değiştirme arzusunun gerçekleşmesi, arzuyu ortaya çıkaran olguyu oluşturan sebebin ortadan kaldırılması ile olanaklıdır. Röportajın bir yerinde böylesi nedensellik ilişkisine girilmiş: “Biz bugün liderimiz kötü, ülkeler kötü diyoruz, ama aslında bu kötülüğü kafamızda yaratıyoruz, çünkü onlara biz kötülüklerini yapmak için vize veriyor, biz seçiyoruz.” Sebep-sonuç ilişkisi biraz irdelenmiş, ama bu noktada işler biraz karışıyor. İdarecilere kim kötü diyor, kötü ne demek, eğer gerçekten idareciler kötü ise biz niçin bunları seçiyoruz gibi konular oldukça karanlıkta kalıyor. Bu durum, yaşam stresinden bıkıp psikiyatra giden insana psikiyatrın stresten uzak durmasını öğüt vermesi gibi geliyor bana.

Matematik soyut yöntem ya da araç olarak görülmekte. Günümüzde kantitatif yöntemlere baş vurmadan yapılan açıklamalar bilimsel olarak kabul görmüyor. Bu bahtsızlığı en hazin şekilde yaşayan iktisat bilimi, örnekteki balılar misali cam bölmelerle ayrılmış havuzda yüzen ve yapılandırılmaya çalışılan yapılar misali çalışmalarını sürdürmektedir. Öyle ki, piyasa, büyüme, istihdam ya da enflasyon vb gibi çok çeşitli mikro ya da makro göstergeler arasındaki ilişkiler ya da bunların zaman içindeki gelişme süreç ve patikaları kantitatif olarak hesaplanmakta, çoğu zaman gerçekleşmelerle örtüşmeyen bulgularda insan dokusu geri plana atılmakta ve Marshall’ın “insan ile ilgili bilim dalı” olarak nitelediği iktisat mekanik alana savrulmaktadır. Bu savruluşun bilim adına mı yoksa sistemi perdeleme adına mı yapıldığını düşünsek, hem Frenkel’in rüyası gerçekleşir hem de çok daha insancıl bir dünyaya kavuşuruz. Evet, matematik soyut alan olarak her insan için aynıdır, ne var ki, sosyal bilgiler alanındaki kullanımı ile hem bilgiye ulaşmada hem de bilgi oluşturmada insanları farklılaştırmakta, hem de ilgili bilim alanlarını insanların neden farklılaştırıldığını anlayıp açıklamaktan mahrum ediyor.