Kuşku çağı

Tarih öyle kaydeder ki, Yavuz Sultan Selim tahta çıktığında Anadolu'da isyanlar ve parçalanmış bir görüntü hakim sürüyorken, bu perişan durumu padişah kılıç gücü ile düzeltti ve ülke birliğini sağladı. Böyle bir birlik sağlama sürecinin günümüz koşullarında demokrasi anlayışı ile ne denli bağdaştığı tartışılır olmakla beraber, sürecin nelere mal olduğu da, üçüncü köprünün ismine yöneltilen itirazlar ve ardından yaşanan tartışmalardan rahatça anlaşılmaktadır. Öyle görülüyor ki, geçmişteki kılıç gücüne günümüzde kanun tanımazlık ve tek adam diktatörlüğü denk düşmektedir. Geçmişte padişahlara hatırlatılan "Gururlanma padişahım, senden büyük Allah var!" ihtarına günümüzde denk düşen hiçbir sistem sigortası kalmadı kimileri kaldırıldı ya da zayıflatıldı, kimileri de yandaşlaştırıldı ya da susturuldu. Dünya siyasetinde savrularak seyreden bir ülkede, büyük bir başarısızlıklarla yürütülen dış siyasetten sorumlu bakan, "seçilmiş cumhurbaşkanı/uzatmalı başbakan" tarafından başbakan olarak "saptandı. Bu ismin, aynı zamanda, genel kurul üyelerine de parti başkanı olarak empoze edildiği çok açık. Parti bütünlüğü bozulmasın dava ortada kalmasın paralelimizle mücadele sürsün ve, hepsinden önemlisi, memleket sahipsin kalmasın diye, grup üyeleri tüm şahsi irade ve kişiliklerine duyduğu saygı ile (söz konusu mu!) önlerine atılan kişiye oy vererek, kutsal görevlerini yerine getirmenin huzuru ile köşelerine çekileceklerdir. Öyle ya, demokrasi sandık demek değil mi, grup üyeleri tıpış tıpış sandığa gidip oylarını verirken kutsal demokrasi kuralına uyulmuş olmayacaklar mı!

Saptanmış bir başbakan olmanın nasıl bir şey olduğunu biz düşünebiliriz de, bu zulmü saptanmışın kendisi bizzat yaşayacaktır. İnsanların aşırı güç gösterisinin altında bir miktar korku, zayıflık, hatta paranoya yatar, diye düşünürüm. Neden böyle düşündüğümü biraz açmam gerekiyor. AKP döneminde hukukun çiğnenmesi doğal olmakla beraber, cumhurbaşkanlığı seçimine gidilirken yaşanan kanunsuz ve usulsüzlükler, seçildikten sonra rahmetli Erbakan'ı hatırlatırcasına (demek hocadan bunu öğrenmiş talebe) koltuğa yapışıp bir türlü bırakmamak ve parti başkanlığına hakim olabilmek için sahneye sürülen her türlü numara çok derin korku ve sistematik korkunun yarattığı paranoyak davranış kalıbını oluşturmuş. Bence iş burada da bitmiyor. Saptanmış gölge başbakanın lisan bilen ve hırslı biri olduğu söylenirken, böyle bir gücün görev başında markajsız bırakılmaması, hatta zor bir görevle bezdirilmesi, gelecekte sivrilerek partiyi ele geçirme potansiyel tehlikesini de önleme çabasıdır. Bu amaçla, saptanmış başbakanı yakın markaja almak gerekebilir. Bu durumu kabine oluşumunda göreceğiz. Örneğin Fidan ya da Akdoğan gibi, yine güvenilir isimler kabinede yer alırsa, büyük ihtimalle saptanmış emanetçiyi her şeye karşı yakın markaja alma ihtiyacı var demektir. Bir başka ihtimal de, Davutoğlu'nun saptanması, güvenilir olmasından çok, belki de geçmişteki büyük başarısızlıklarından dolayıdır. Böylece saptanmış kişi artık eski numaralarını sergileyip, derin dalışlara kalkmayıp, ustalık döneminde ABD'nin Ortadoğu planı daha uyumlu uygulanıyor olabilir. Diğer yandan, çok hırslı olduğu ifade edilen saptanmış siyasinin, bir yandan ensesindeki tek adam, bakanlar arasında da kendisinden daha ehil kişi ya da kişiler arasında kalarak, hem parti başkanlığında hem de başbakanlıkta "gölge" mesabesinde bocalayarak, siyasi değirmenin çarkları arasında istendiği şekilde öğütülebilir. Böylece, parti başkanlığı da başbakanlık da fiilen elden çıkmamış olabilir.

Yeni dönemde ekonomik ve siyaset alanında ne olabilir, sorusu, "ne var ne yok" gibi, ucu açık ve üzerinde sayfalarca yazılacak bir konudur. 2015 seçimleri AKP için yaşamsal önemi haiz olduğundan, özellikle seçim dönemine yaklaşırken dozu yükseltilerek, ama şimdiden de başlayarak seçim ekonomisi uygulamalarına gidiliyor olabilir. Bunun anlamı SOMA madencilerinin unutulmaması ya da taşeronlaşmaya çare bulunması olarak algılanmamalıdır. Bunun anlamı, açılım konusunda ve çalışma yaşamı ile ilgili bazı alanlarda seçime kadar, AKP patentli politika olan, "beklenti yaratma psikolojisi stratejisi" uygulanacak, Suriyeli göçmenlerin ucuz sanayi işçisi olarak kullanılma yöntemleri yaratılacak ya da kaçaklara göz yumulacak, dış kaynaklı müteahhitlerle çeşitli alt-yapı yatırımlarına girişilerek, hem konsorsiyumlar yolu ile, gelecek nesilleri borçlandırma pahasına, ülkeye döviz girişi sağlanacak, hem de yüzdelik komisyonlarla, kişisel çıkarlara yönelik değil(!), toplumda hak ve adaletin yaygınlaştırılmasında kullanılacak kaynak oluşturulacak, vs..Böylece, küreselleşen dünyada üretici ve teknoloji atılımına aday ekonomi olarak değil, müteahhit ve komisyoncu siyasetçi üreten bir yapıda devam edilecek. Yapılan binalar, zengin Arap ve sair Ortadoğu vatandaşlarına satılarak, bir seferlik ihraç edilebilir ürün statüsüne kavuşturulacak, sonrasında, Keynes'in dediği gibi, "gelecekte nasıl olsa hepimiz ölü olacağız". Dış siyasete gelince de, ABD kumandasında Ortadoğu'da derin siyaset labirentlerinde artık ustalık dönemi manevraları gerçekleştirilecek sopanın ucunda gösterilecek Musul ya da sair petrol kaynaklarının kabarttığı iştahla kah şaha kalkılacak kah popo üstü oturulacak. Böylece günler geçecektir. Bu arada ulusal itibar yara almış, hakkında derin kuşku ve şüpheler yayılmış olan siyasiler, aklanma yolunu seçmeden, "halk oylaması ile"(!) cumhurbaşkanlığına getirilmiş, dış siyaseti derin politikası ile derin karanlığa sürüklemiş zekalar başbakan olarak saptanmış, kimin umurunda! Ortada bir dava var, imam hatipleştirilen nesillerin oluşturduğu üç çocuklu aileler nasıl olsa davanın takipçisi olacak ve olmalıdır da!

İşin şaka götürür tarafı yok! Ortada çok açık bir gerçek var: Türkiye hukuksuz ve adaletsiz şekilde bağlanarak, faşizme ve çözülmeye sürükleniyor. Bu gidişatı, ne "vesayet kaldırıldı" teraneleriyle, ne "ikinci cumhuriyet" zırvalarıyla, ne de "özgürleşme ve demokratikleşme" aldatmacalarıyla geçiştirebiliriz. Bugün gününü gün edenler de, avenelik primine ağzı sulananlar da, yer ve makamlarını kaybetme korkusu taşıyanlar da artık ortaya çıkmalı, hesaplarını açıkça yapmalı ve sorumluluk almalıdır. Kimse eleştiriden korkmamalıdır. Vesayet istemiyorsak da, tüm işlerin bir adama bağlanmasına karşı çıkmalıyız demokratikleşme ve özgürlük istiyorsak da tüm kararların tek adamın iradesine bağlanmasına karşı çıkmalıyız. Tek adamın olduğu yerde demokratikleşme de, özgürlük de hayaldir, aldatmacadır! Hele de tek adam derin kuşkular içinde savruluyorsa, millete hizmetten öte ilişkiler ya da amaçlar ön planda demektir!