Kurumsallaşamayan toplumun tahribatı

Günümüzde konuştuğumuz ve şikayetçi olduğumuz birçok sorun, bir yönü ile,  kurumsallaşamamamızın sonucudur. Emeğin makul ücret alamamasından, YÖK’ün üniversite üzerinde hakimiyet kurmasına, eğitim sistemimizin bir türlü istikrara kavuşturulmamış olmasından, yargıya yapılan her müdahale aslında kurumsallaşmamış olmamızın çok temel göstergeleridir. Şimdilerde de bir anayasa yapılma sevdasına kapıldık. Bu da çok doğal, çünkü kurumlarımız yok, eksik ve işlemiyor. Bu nedenle, anayasa yapma arzumuz sadece kafamızdaki sisteme hukuksal kılıf geçirmek olmayıp, aynı zamanda bir şeyleri yukarıdan topluma dayatmaktır. Daha doğrusu, toplumun yüzde ellisinin oyuna dayanarak diğer yüzde elliyi baskı altına almaktır. Bunun adı da anayasa olacaktır. Niye olmasın ki, askeri diktanın yerini sivil diktanın alabileceğini düşünemeyen ya da bu yönde çıkarı olanlar toplumda hakim oldukça demokrasinin(!) bu biçimi de hakim olur.

Toplumun kurumsallaşması önünde Batı engeli, arkasında ise Güney bataklığı yer almıştır. Cumhuriyet’in başından beri, devletçilik politika dönemi hariç, uygulanan politikalar, özellikle de 1950 dönüşümü ile komünist korkusu ve Batı’ya yaklaşma ülkeyi kurumsallaşmadan uzak tuttu. Böylece, sosyo-ekonomik olarak feodal yapılar ve ağalık sistemi çözülmedi. Kapitalizmi korkutan güçlü kalkış ise karşısında silahı buldu. Silahlı kuvvetlerin siyasete karışmasını eleştirenlerin, söz konusu müdahalelerin en başında solun ezilmesi olduğu gerçeğini nasılsa görememekteler. Aslında, askerin topluma tek gerçek müdahalesi budur! İşte bugün toplumun üzerinde at koşturan cehalet böylesi örgütsüzlük ve kurumsallaşamama olgusu üzerinde ilerlemektedir. YÖK’ün üniversite üzerine çullanması üniversitenin kurumsallaşamamasının bir sonucu olduğu gibi, siyasilerin sermaye kesimine zılgıt çekmesi de, artık bir teknoloji ifade etmeyen, araba yapıp yapamama tartışmasını sürdüren burjuva kesiminin kurumsallaşmamış olması ile ilgilidir. Doğaldır ki, kurumsallaşmamış toplum kesimlerinde örgütlülük de söz konusu olamaz.

Kurumsallaşmamış toplumlar üzerinde manevra kolay olduğu kadar, tüm toplumu tehlikeli mecraya sürüklemek de çok kolaydır. Çağdaşlaşma yürüyüşünü tamamlayamamış olan Türkiye’yi bu yolda ilerletmek, geri çekmekten daha zordur. Çağdaşlaşma yolunda karşımıza çıkan güçlü Batı rekabeti, hatta engeli karşısında, gerileşme yolunda liderlik hevesimiz şahlanabilir, nitekim şahlanmaktadır da! Bunun da ötesinde, Ortadoğu’da hakimiyet tesis etmeye çalışan Batılı güçler, Türkiye’yi ikinci yola itebilir, nitekim itiyor da! Batı’nın sunabileceği böylesi ihale ülke içindeki sıkıntılara ve kaynak sorununa da merhem etkisi yaparak, politikacılara avantaj sağlayabilir, nitekim sağlıyor da! Böylesi bir projeyi, Batı ile yapılmış olan Suriyeli sığınmacılara “şefkatle kucak açma” politikasında göremiyor muyuz! Ne gariptir ki, vaktiyle göz göre göre ölüme atılırcasına botlarla ülkemizden çıkarlarken güvenlik güçlerinin nasılsa göremediği (!) ya da bizzat göz yumduğu insanları da geri alma karşılığında bir miktar para alıyor olmamız gururumuzu rencide ettiği gibi, dünya politikasına ve insanlık anlayışına bakış açımızı göstermesi açısından da haysiyet kırıcı olmadı mı!

Politika biliminde burjuvazi ile demokrasi birlikte anılır. Daha doğrusu, burjuvazi karşısında güçlü emek kesiminin mücadelesi demokrasi adı verilen ve sistemin çizgileri ile kalınca belirtilmiş alanda cereyan eder. Tabii ki, bu demokrasi anlayışı sınırlıdır ve azınlığın haklarına (burjuvazinin) saygı kuralı esastır. Burjuvazinin gelişmesi ise sermaye birikiminin sonucudur. Zira sermaye birikimi iş alanları açılmasını ve emeğin istihdamını sağlar. Batı’nın gelişmiş burjuvazi yapılarında asgari ücret meselesinin Türkiye ya da diğer gelişmekte olan ülkelerdeki kadar hararetli geçmemesi, sermaye birikimi ve bu birikimin katma değer bölüşümüne olumlu yansımasının doğal sonucudur. Türkiye’de yaşananlar, sanayi kuruluşlarının % 95’inin üzerindekilerin küçük ve orta-boy kuruluşlar olması ile daha da ağırlaşmaktadır. 2000 yılı IMF politikalarının dayattığı düşük kur yüksek faiz politikası da durumu vahim hale getirince, bugünkü açmazla karşı karşıya gelmiş olduk.

İşte istikrar! İstikrar istenir ama istendiği anda üretilebilecek bir nesne değildir. İstikrar, koşullara bağlı olarak oluşur ve kendi rayında gelişir. Keza, aynı şekilde demokrasi de öyledir. Demokrasi üretilip bir toplumun hizmetine sunulabilecek bir ürün ya da hizmet değildir. Kökeninde ekonomi ve uzun erimde oluşan toplumsal davranış kalıpları yatar. Toplumsal kalıplar aileden başlayıp, eğitim kurumları ve oradan siyasete kadar uzanır. Sarkozy’nin ünlü Ermeni yasasına bizzat kendi partisinden itirazlar olabiliyorken, Türkiye’de bir parti başkanının savunduğu bir öneriye partiden birinin itiraz edebileceğini düşünebilir misiniz! O nedenle, Türkiye’de bırakalım başkanlık gibi faşizmi kafamıza örecek sisteme geçmeyi, tam tersine, kararların çok aşamalı mercilerde alınabileceği ve denetlenebileceği, derin bürokrasi benzeri, çok kademeli sistem ihdas edilmelidir ki, politikacılarımız Tanrı katından yere inip, insanlıklarını idrak edebilsinler! Siyaseti böylesi kurumsallaştırmadan demokrasi ve istikrar hayaldir.