Kohezyon

Bir satıh üzerinde iki cıva damlasını birbirine yaklaştırırken belirli aralığa ulaşıldığında cıva toplarının mıknatıs gibi birbirini çekerek tek bir cıva topu oluşturduklarına tanık oluruz. Bu olayın kısaca açıklaması, kohezyon adı verilen, aynı cins molekül yapısına sahip cisimlerin birbirini çekme özelliğidir. Sosyal olayları doğa olayları ile örneklemenin doğru olmadığını biliyor olmamıza rağmen bazı örnekler cuk oturduğu için, anlatımı kolaylaştırmak adına kullanmamızda fazla bir sakınca görülmez.

Kohezyon olayını kullanmamdaki neden, Türkiye’nin dış ilişki ve bağlantılarında İslam dışı ülkeler yanında İslam ülkeleri ile giriştiği temaslar arasındaki farkı ortaya koymaktır. Kısacası, şu meseleyi çok net anlamamız gerekir ki, Türkiye’nin Batı’nın bekleme odasında bekletilmesi yanında, İslam ülkeleri ile yakınlaşma çabalarına rağmen alınan sonuçlar arasında fazla bir farkın bulunmaması, kimilerinin “reklam aralığı” olarak aşağılamaya çalıştığı dönemin öneminin anlaşılması açısından çok önemli bir göstergedir. Türkiye’nin Batılı ülkelerle yakınlaşma çabasının özelliği ve gücü, farklı cins molekül yapısındaki maddeler arasındaki çekim anlamında adezyon kuvvet olarak nitelendirilebilir. Buna karşın, Türkiye ile İslam ülkeleri, iktidardaki AKP kanaatine göre, benzer cins molekül yapısına sahip ülkelerdir. Öyle anlaşılıyor ki, derin başbakanın bu yöndeki derin görüşüne göre, Türkiye, Cumhuriyet dönemi hariç olarak, köklü mirasından aldığı güçle benzer yapıdaki İslam ülkeleriyle birliktelik sağlayıp, bu dünyanın lideri olarak tarih sahnesindeki yerini alacak, belki de böyle bir yapılanma ile Batı dünyasına karşı hayalinden geçirdiği şekilde kafa tutacaktır.

Bu görüş, bizzat günümüzde yaşanan olumsuzluklardan da anlaşıldığı üzere, tarihsel olarak ters ve yanlış olduğu gibi, parçalanmış ve tarih sahnesinden çıkmış bir imparatorluğun günümüze uzanan böyle bir gücü de yoktur. Batı Dünyasını “tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” teranesi ile ya da “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” söylemleri ile aşağılamak imparatorluğu bir yere taşımamıştır. Keşke, böylesi yakışık almayan küçümsemeler yerine, imparatorluğu kurtarmaya çalışanlar küçümsediği Batı’nın karşısına bilim ve teknik alanda ilerleme yaparak çıkmış olsa idi, belki imparatorluğun yaşamı daha uzun süre devam edebilirdi ya da kendinden oluşan ülkeye daha yüksek düzeyde maddi ve manevi miras bırakabilirdi. Ondan dolayıdır ki, günümüz politikacılarının derin hayallerini İslâm dünyası ciddiye almadığı gibi, Batı dünyası da böylesi yaklaşımın nasıl bir komedi olduğunu hayretle izlemektedir.

Başbakanın derin yaklaşımı devlete ciddi ve somut anlamda güç vermemekle beraber, bazı üst düzey yöneticilerin hayallerini süslemektedir. Oysa ne müşterek taban olarak ortaya sürülen İslâm söz konusu ülkeler arasında tam bir ittifakla geçerlidir, ne de imparatorluktan kopmuş olup, günümüzde şöyle veya böyle ulus niteliğini kazanmış ülkelerin bir müşterek lider ülke altına girme niyetleri söz konusudur. İŞİD’in yükselişi, Türkiye’nin 49 elçilik mensubunu rehin alması gibi olaylar sürecin ne denli derin düşünceler aleyhine seyrettiğini açıkça ortaya koymaktadır. Ne hazindir ki, bölgeye hâkim olmaya çalışan bir ülke, bir yandan PKK diğer yandan da İŞİD’in baskıları altında büyük insan ve ekonomik kayba uğramaktan kurtulamamaktadır.

Derin politikalar neticesinde Türkiye bölgeye hâkim olamamaktadır, fakat bölge Türkiye’ye hâkim olmaktadır. İçte siyasilerin amaçlarına hizmet edercesine güney komşularımızın sosyal yapıları kohezyon tanımına uyarcasına bizim yapımızla iç içe geçerek, gericilik ve dincilik şeklinde tüm toplumu sarmalamaktadır. Bu durum, maalesef, iktidara yapışmış olan AKP’yi, tüm ithamlara rağmen, sarsılmaktan ve iktidarı kaybetmekten alıkoymaktadır. Doğal olarak toplumu gericiliğe çekerek çağdaşlıktan uzaklaştıran bu süreç iktidarın siyasal taban oluşturmada işine geliyor olmakla beraber, çağdaş anlayışla benimsenemez ve mücadeleyi gerektirir. Böylesi netameli alan mücadelesinde halkın yanında yer almanın tek koşulu, mücadelenin kapsayıcılığı yanında karşıt söylem içermiyor olma özelliğidir. İki koşulu barındıran ve farklı düşünce ve inanca sahip olanların birlikteliğini sağlayan yegâne söylem demokrasi talebidir. Değerli dostum Alpay Biber’le tartışmamızda kendisinin geliştirdiği bu görüşe, tüm olumsuzlukları dışlayan ve olumlu talepleri içeren bir yaklaşım olarak katılmamak mümkün değildir. Demokrasi söyleminde siyaset dışı inançların korunması anlamında laiklik korunur, fakat dinin siyasete alet edilmesi anlamında dincilik dışlanır. Demokraside emekçilerin hakları, ifade özgürlüğü vb gibi çok geniş anlamda tüm haklar korunabildiği için geniş kapsamda toplumu bir arada tutarken, karşıt söylem olmaması hasebiyle de farklı eğilimdeki insanları kenetler. Demokrasi söylemi Türkiye’yi Ortadoğu bataklığından çıkarır, Ortadoğu halkları ile değil, ülke içi insanları arasında kohezyon etkisi yapabilir.

Dinciliğin ve gericiliğin, AKP’nin politika düsturu olmakla beraber, içte kapitalizm ve dış etkiler olarak da neoliberalizmin ve küreselleşmenin etkisi altında beslenen bir sistem desteği olduğu gerçeğinden hareketle, konunun salt siyasi olarak görülmesi de hatadır. Hal böyle olunca, toplumu kapitalizmin içine ittiği gericilikten çekip çıkarmak için, halkımızın kapitalizmin gelir dağılımı, insan dokusu, tabiatın sömürülmesi vs gibi çok yönlü fevkalade olumsuz etkileri üzerinde düşünmeye, oradan da sistem karşıtlığına yönlendirilmesi elzemdir. Sistemin üretim yapısı üzerinde yükselen anlayış ve davranışlarla mücadele salt siyasal yaklaşımda beklenen olumlu netice alınması güçtür.