Kendini eriten sistem

Ülkelerin, uluslararası politikada söyledikleri yalanları demokrasi havariliği görüntüsüne bulamaları kendi çıkarını korumaya yönelik yaklaşımın sonucudur. Bunu Kürt sorunu bağlamında ele alırsak, kimin yalan söylediği, kimin yalanın peşinden sürüklendiği görülebilir.

Sistemlerin de canlı varlıklar gibi doğup, büyüyüp, öldüğünü ileri süren teorilere göre, birinci aşamada temel özellik, sistemin kendi dokusunu koruması ve yaşam süresini idame ettirmeye çalışmasıdır. İkinci Paylaşım Savaşı’na dek kapitalizmin dengeli bir sistem olduğu yaklaşımı, ekonomik krizler ve savaşlar nedeniyle sarsıldı ve küresel düzeyde sistemi koruma ve idameye yönelik olarak siyasi, askeri ve ekonomik alanda etkili örgütler oluşturuldu. Bir bakıma Cemiyet-i Akvam’dan dönüştürülen Birleşmiş Milletler, NATO ve Dünya Bankası-Para Fonu bu çabaların sonuçlarıdır.

Sovyetlerin dağılması ve Duvar’ın yıkılmasından sonra NATO’nun işlevinin sonlanmış, buna karşın siyasi ve ekonomik merkezi örgütlerin işlevlerinin artmış olması düşünülürdü. Oysa görünürde tüm yapılar da ayakta olduğu halde, yaşanan fiili sistem ve çıkar farklılıkları söz konusu kurumları tedricen eritirken, küresel hegemonyanın yükseliş özelliklerini taşımaktadır. Rusya’nın yeniden yapılanma aşamasında, Dünya Bankası’nın anlaşmaya varılan krediyi nakde dönüştürmemesi sonucunda ülkenin moratoryuma sürüklenmesi Bosna sorununda Birleşmiş Milletler kararını dahi beklemeden ABD’nin fiili müdahale ile sorunu çözmeye yeltenmesi gibi uluslararası gelişmeler uluslararası kurumları bir tarafa iten hegemonik gücün ortaya çıkışını simgeliyordu. Reel sosyalizmin dağılmasının kapitalizmi öne çıkarması, kaçınılmaz olarak, küresel yönetim yularlarının da ABD’nin hakimiyetine geçmesine neden oluyordu. Sovyetlerin dağılmasına bayram yapan kimilerinin, bu sürecin aslında küresel diktatörlüğe sürüklenme yolunu açıyor olmasını algılayamamaları da sistemik körelme ya da yanılgı olsa gerek.

Son dönemde yaşadığımız iki siyasi gelişme sürecin kırılganlıklarını açıkça ortaya koymaktadır. Küresel sistem ve Türkiye açısından bunlardan biri Suriye meselesi, diğeri ise Kürt sorunudur. İşin hazin tarafı şudur ki, her iki sürecin de siyasiler ve aveneleri tarafından özgürlükler bağlamında ele alındığı ileri sürülürken, hedeflenen çözümün hegemonik gücün emperyalizm emellerine hizmet edecek şekilde geliştiği algılanamamaktadır ya da daha kuvvetle, gizlenmektedir.

Doğrudur Suriye’de bir diktatör var, ülkede bir iç savaş yaşanmakta ve masum insanlar ölmektedir. Bu duruma müdahale etmek isteyen ABD cephesine, Rusya ve Çin karşı durmaktadır. Açıktır ki, karşıt güçlerin hiç biri insani amaçlı politika sahibi olmayıp, salt kendi çıkarlarının peşindedir. Buna rağmen, bir savaşın önlenmesi açısından böylesi denge durumu ehven-i şer olarak kabul edilebilir. İşin acı tarafı şu ki, Suriye’de savaşan karşıtların eline kimlerin bu silahları vermekte olduğu, çeşitli şeriat ya da tarikat yandaşlarının cehaletinden yararlanarak kimlerin silahlandırılarak birbirinin üzerine salındığı üzerinde zerre kadar durulmamaktadır. El Kaide örgütünün menşeini oluşturan yapılanmayı Afganistan’da kimler kimlere karşı ortaya çıkardı, vs. Bu süreçler de kapitalist çıkar dürtüleri ile gerçekleştirildiğinden, kapitalistlerin kapsam alanı dışındadır. Nitekim, ABD’nin Birleşmiş Milletler kararını dahi beklemeden saldırıya geçme projesi de çıkarsal hırsın bir sonucudur. Kapitalistlerin anlık çıkarlarını koruma reflekslerini sistem mantığı gereği demokrasi havariliği görüntüsünde sergilemeleri, kendi açılarından ne denli doğal ise petrol ya da bölge hakimiyeti gibi hayallerle bunun peşine takılmak da o denli densizliktir.

Ülkelerin uluslararası politikalarda yalan söylemeleri ve bu yalanları demokrasi havariliği görüntüsüne bulamaları daima kendi çıkarlarını korumaya yönelik bir yaklaşımın sonucudur. Bu yaklaşımı ülkemizdeki Kürt sorunu bağlamında ele alırsak, kimin yalan söylediği, kimlerin de bu yalanın peşinden sürüklendiği net olarak görülebilir. Çatışmaların durdurulması olumlu bir adımdır. Ancak anlaşılmayan nokta, çözümün kapitalizm içinde AKP-başat parlamentoda gerçekleştirilmeye çalışılmasıdır. Başka bir deyişle, temelde ekonomik bir sorunun siyaset alanına taşınması ile özgürlüklerin kazanılacağı bizzat Kürt liderlerinin ifadesiyle, çözüm sonucunda Kürt ve Türk halklarının özgürlüklerine kavuşacağı yaklaşımı, var olan küresel hegemonya ve söylemleri bağlamında inanılmaz bir gaflettir. Zira, bu yolda bir kazanım elde edilecekse, sonuç Türk ve Kürt halklarının özgürlüklerine kavuşması değil, kapitalizm havuzuna çatışmasız yeni bir alan ve yedek emekçi ordusu kazandırılması olacaktır. Kürt halkı böyle bir kandırmaca ile olsa gerek, Gezi Direnişi’nde bir iki kıpırdanış dışında, yoktu.

Sistem erirken, örtülü canavarlık boyutu büyür. Gezi Direnişi’nde etkili olarak Kürt halkının ve genelde emekçilerin bulunmaması köleliğin algılanamaması ve yapay çözümlerin yeğlenmesi ile ilgilidir. AKP ile parlamentoda çözüm, dünya emperyalizmine yeni alanlar açarken, doğal olarak, bu yola hizmet eden tüm siyasilere de avenelik avantajı sağlayacaktır. Dar siyasi çevrelerin böyle bir çözüme uymaları çıkarlarına uygundur. Ancak geniş halk kitlelerinin böylesi küresel hegemonyanın hizmetindeki çözümlere onay vermesi, hele de bunu demokrasi, daha da komikçe “ileri demokrasi” adına dillendirmesi, aşırı çıkarın körelttiği gözlerle yükselen cehalettir.