Her kriz kapitalizmin hanesine yazılıyor

Genellikle düşünülür ki, krizler kapitalizmi zayıflatır ve son aşamaya doğru çöküşünü hızlandırır. Bu düşüncenin temelinde krizlerin iflaslara yol açtığı, işsizliğe ve yoksulluğa sebep olduğu görüşleri vardır. Doğrudur, krizler  ekonomik alanda olduğu kadar, sosyal alanlarda da çok ciddi çalkantılara ve rahatsızlıklara neden olur. Ama şimdiye dek, irili ufaklı hiçbir  kriz  kapitalizmin sonlanması bir yana, hissedilir derecede zayıflamasına dahi neden olmuş değildir. Bunun sebebi, salt ekonomide değil, hatta daha da çok, soysal psikolojide saklıdır.

Bu muammayı 2008 krizi ve Akdeniz’in göçmen mezarlığına dönmesine yol açan Suriye krizinin etkileri üzerinden kısaca tartışmak istiyorum. 2008 krizi kapitalizmin üçüncü büyük krizi olarak hemen tüm dünyada çok ciddi iflaslara ve işsizliğe neden olmasına, hatta Yunanistan, İtalya ve İspanya örneğinde olduğu gibi ülke yönetimlerini ciddi olarak sarstığı  halde, ne ekonomik sistemlerde en ufak bir kıpırdanma yarattı ne de iktisat bilimi üzerinde kuşku oluşturarak, bilim dünyasında güvensizlik oluşumuna ve  değişiklik  taleplerine kapı araladı. Suriye krizi de milyonlarca  insanın  üzerine kara bulut gibi çöktüğü halde, hiç kimse meselenin esasına inme cüreti dahi göstermeden günü kurtarmaya baktı. Bu kısa yazı boyutunda yanıtlanması kesinlikle olanaksız olan bu sorunlara verilebilecek tek yanıt, nedeni fazla kurcalanmadan, hemen her krizin kapitalizmin hanesine olumlu olarak yazıldığıdır. Araştırılması gereken nokta işte burasıdır; niçin ve nasıl oluyor da krizler kapitalizmi düşünüldüğü gibi sarsmamakta, hatta zaman kazanmasına ve yol almasına neden olabilmektedir.

Kanaatimce, yaşanan krizlere, atlatılan badirelere rağmen sistemin düşünüldüğü kadar güçlü yara almaması, tüm olumsuzlukları sistemin doğal sonucu olarak değil de, teknik ya da politik bazı yanlışların, hatta bazı kötü niyetli davranışların etkisi ve sonucu olarak görülmesine bağlıdır. Bu düşünce yöntemi sistemi zedelemekten çok, korunmasına hatta güçlenmesine dahi yol açabilmektedir. Kriz esnasında akademisyenler, siyasetçiler ve tüm ilgili çevreler, harıl harıl suçlu arayarak, yaşanan güçlüklerden nasıl çıkılacağını düşünürken, farkında olmadan, hem algılama ve yorumlama yapılarını sisteme göre viteslemiş, hem de kamuoyunun nazarında sistemi geri plana çekerek ikinci derece failleri öne sürmüş olurlar. Nitekim, 2008 krizinde de bankaların yanlış davrandığı, siyasilerin oy avcılığı ile bazı olumsuzlukların uzun dönemli olası etkilerini görmezden geldikleri gibi gerekçeler ileri sürülürken, yaşanan çöküşten sistemin işleyişi sorumlu tutulmadı. Bazı akademisyenlerin hakkını yememek adına, yazılarında, mealen, ABD ekonomisinin düzeltilebilmesi için ekonomi biliminin değiştirilmesi gerekir, gibi ifadelere yer vermiş olan Stiglitz’i ve kriz öncesi kamuoyuna ikazlarda bulunan  bir elin parmakları kadar az sayıdaki iktisatçıyı belirttikten sonra, büyük çoğunluğun kriz öncesindeki körlükleri ve kriz sonrası meseleyi ele alışları ile sistemi korumada ve yeniden yapılandırmada etkili olduğunun kesinlikle ileri sürülmesi olanaklıdır. Benzer şekilde Suriye ev Akdeniz’de yaşanan hazin hikayelerin de, politik, hatta kısmen insani boyutu ile ele alınmış olmasına rağmen, sistemle hiçbir bağlantısı kurulmamıştır. Bu şekilde yönlendirilen kamuoyunun da böylesi kısır, mikro düzeyli ve naif düşüncenin ötesine geçememesi doğal görülmelidir.

Krizler, maalesef, kapitalizmi daha da güçlendirme etkiye de sahip olabilmektedir. 2008 krizi ertesinde ABD’de yaşanan güçlü kamu müdahalesi sermayenin yanında olmakla beraber, aksi durumda yaşanıyor olacak daha derin çöküşlerde işsizlik çok daha derin olabilir idi. Bu açıdan bakıldığında, yaşanan işsizlik sermayeyi kurtarmıştır, ama özde sermayenin yanında olmakla beraber yapılan kamu müdahalesi, dolaylı olarak, işsizliğin daha da derinleşmesini engellemiş olduğundan genel halkın nazarında durumun vahametini hafifletebilmiştir. Keza Suriye krizi de sonuçları açısından bu durumdan farklı değil. Şöyle ki, fatura yanlış politikalara, Esat faktörü vs gibi amillere bağlanarak dünya kapitalizminin kamuoyu tarafından algılanma sürecine çok önemli bir engel oluşturulmuş oldu. İşin diğer cephesinde de, saçılan perişan insanların Avrupa’nın ve Türkiye de dahil sair ülkelerin ikinci sınıf işlerinde sudan ucuz emek gücü olarak kullanılma politikaları şekillendirilirken hem ölümüne yola çıkmış olan göçmenlere göz kırpılmış hem de “adil ve insancıl Batı”(!) ucuz emek ve kirli elli politikacılara köle desteği sağlanmış olmaktadır.

Bu kısa açıklamalarda kanımca önemli olan faktörü öne çıkarmaya çalıştım. Akademisyen, aydın ve siyasi çevrelerce konunun ele alışında sistemin devre dışında tutulup, anlık ve ikinci derece olan ve süreci tetikleyen gelişmeleri ana neden olarak ileri sürüyor olmaları sistemi besleyen yaklaşımdır. Aydın geçinenlerin Türkiye’de ne işe yaradığı “yetmez, ama evet” güruhunun marifetinde açıkça görüldü! Siyasetçiye gelince, durum daha da vahimdir, çünkü siyasetçi sermaye sistemin yanında bir ajandır. Bu konuda akademisyenin rolü ve görevi çok ağırdır. Akademisyenlerin de kapitalist sistemde kişisel ve özellikle de kurumsal niteliği açık olmakla beraber, belki bir ümit olabilir, diye düşünmeden edemiyorum. Asıl iş, sömürülen ve ezilen emekçilerdedir. Umalım, emekçiler cephesinde uyanış gerçekleşir. Aksi halde, gerek böylesi fikirsel bombardımanı altında, gerekse siyasilerin kısa erimli yaklaşımı ile meselenin tümüyle kapsanamaması sonucunda kamuoyunun bilincinin köreltilmesi ve asıl konudan  saptırılması sistemin yaşam süreci ve süresine ciddi katkı yapar.