Halkın zaferi mi, teslimiyeti mi!

1 Kasım seçiminin nasıl kazanıldığının tartışmasını, iktisatla bağ kurmadan “halk partilere şunu dedi ya da şu görevi verdi” gibi saçma ifadelerle tahlil yapabilen politika alimlerine bırakarak, ben burada dünya ekonomik düzeni bağlamında sonucun nasıl görülebileceği üzerinde bir-iki laf etmek istiyorum. En sonda söyleyeceğimi en başta söylersem, belki de dostlarımızı yazıyı okuma külfetinden kurtarmış olurum. Seçim sonucunda “basiretli halkımız” tüm varlığını emperyalizmin Truva Atı’na gönül rahatlığı ile teslim ederek, yurt içinde oluşacağını zannettiği istikrarı, gücü ve ağırlığı oranında, emperyalistlere armağan etti.

Önce modelin çatısını çatalım ve emperyalizmin Türkiye, hatta tüm çevresel konumlu ekonomilerden ne talep ettiğine bir göz atalım. Emperyalizm müthiş saldırıya geçtiği günümüz koşullarında, sıkışmış olan merkez sermayenin tüm çevre ekonomilerini gönül rahatlığı ile kullanabilmesi amacıyla çevresel konumlu ekonomileri “küresel federal yapı” içinde birer “eyalet” e çevirme arzusunda, hatta zorundadır. Emperyalizmin bu arzusunu sürdürdüğü çevresel konumlu ekonomilerin bulunduğu alanlar, kabaca, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ve geniş alanda Afrika ülkeleri olarak sayılabilir. Balkanlar Avrupa Birliği denetiminde olarak emperyalizmin hakimiyet alanında olup, Rusya ve Çin’den şimdilik uzakta tutulabilmektedir. Afrika üzerinde Çin başta olmak üzere güçler arasında  hakimiyet savaşı sürmektedir. Kafkaslar ve Ortadoğu’daki çevresel konumlu ülkeler ise, şimdilik Rusya ve Çin bloğu karşısında ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistler  arasında el değiştirme kırılganlığı içinde seyretmektedir. Türkiye’ye, Kafkaslardaki akraba uluslar alanında ve kısmen Ortadoğu’da “denetimli etken olma” rolü verilmiş olup, Türkiye de bu görevi şerefle, hatta Osmanlı hayaliyle sürdürme hevesine kapılmıştır. Ne hazindir ki, bu rolün iç aleme yansıma biçimi kafalarda mehter marşı eşliğinde şanlı maziyi yansıtmaya yetmiştir. Oysa, Osmanlı’nın en güçlü olduğu düşünülen dönemde dahi kapitülasyonların başlamış olduğu akıllara dahi gelmemektedir.

İç aleme geldiğimizde, işlerin yukarıdan gelen emirlere göre uyumlu yürütülebilmesi amacıyla kararların bir merkezden ve koordineli yürütülebilmesine yönelik olarak, başta parlamento olmak üzerde, yürütme ve yargı organları olabildiğince bu merkeze bağlı ya da onun denetiminde çalışmalıdır. Bu amaçla, belki de yeni anayasada “kuvvetler ayırımı” ilkesi “kuvvetler uyumu” ya da “kuvvetler ahengi” gibi parıltılı adlarla yer alıyor olabilir. Bu süreçte medya ve yüksek eğitim kurumları vb gibi toplum üzerinde etkili ve yönlendirici sosyal dokular da sessizleştirilmelidir. Tüm dokuların kararlarında bağlı olacağı de jure veya de facto bir üst makam olmalıdır. Egemen gücün direktiflerinin uygulanmaya koyulmasının suhuletle yapılabilmesi için kararların hiçbir makamın denetim ve itirazına takılmadan uygulanabilir olması, bunun sağlanabilmesi için de tüm denetim ve potansiyel itiraz mercilerinin by-pas edileceği bir düzenin kurulması gerekmektedir. Tasarlanan anayasanın devlet ve yönetim çatısını böyle bir şematik yapının oluşturacağı tahmin edilebilir.

Küreselleşme döneminin ünlü MAI (çok uluslu yatırım anlaşmaları) ve yine çok ünlü Vaşington Mutabakatı gibi metinlerin bir anlamda onayı niteliğinde olması tahmin edilen yeni anayasa üzerinde, AKP’nin sahibi olduğu ifade edilen açılım programı da dikkate alındığında, parlamentoda anlaşma sağlanması fazla olası görülemez. Kaldı ki, AKP böylesi emperyalizme teslim anayasasını parlamentoda enine boyuna tartıştırıp halkın uyarılmasının sağlanmasını da arzulamayacaktır. Hal böyle olunca, yeni oluşumun hem tartışma hem de yayılma boyutunun sınırlı tutulabilmesi açısından bir tür “Kurucu Meclis” ihdası arzusu gelişebilir. Ne var ki, kurucu meclisin nasıl kurulacağı, üyelerinin kimlerden oluşacağı, üyelerin AKP arzu ve taleplerini ne derecede karşılayacakları meçhuldür. Olası anayasanın emperyalizm ve iç sermaye arzusuna göre temel hükümlerinin nasıl şekillendirilebileceği konusunu da haftaya tartışmak istiyorum.