Görüş alanı dışında karar

Seçim ertesi dönemlerde siyaset bilimi alanının ünlü hocaları ekranlarda değerleme yaparken öyle neticeler çıkarırlar ki, sanki bütün bir seçmen kütlesi yek vücut olmuş, kime nasıl oy verileceği, hatta oyların nasıl hizalı bir şekilde dağıtılacağı konusunda bir ön anlaşmaya varmışlar da seçim sonuçları böylece zeki bir işbirliği sonucunda gerçekleşmiştir. Bu ulema söylemlerini o denli ileri götürürler ki, “halk falanca partiye şu kadar izin verdi, gerisini vermedi” gibisinden akla zarar şeyler de söylerler. İnsan düşünmeden edemiyor, bu halk ne denli öngörülü ve kararlı, hatta tam bir ittifak içinde ki, böylesi hesaplarla istediği sonuca ulaşıyor. Henüz iki ortağın bir araya gelip şirketleşme kültürünü geliştiremediği, iki partili ya da iki farklı spor kulübü taraftarının dahi bir araya gelip adam gibi tartışamadığı bir çölde böyle bir vahadan söz etmek harika bir bilim icadı olsa gerek! Kaldı ki, seçimde grupların atomize davranışı, şirket ortaklığı ya da gruplar arası tartışmadan farklı bir süreçtir.

Tabii ki işler bu denli karikatürize biçimde yürümüyor. Tabii ki, seçimlerde oy dağılımı farklı gruplarının farklı beklenti ve algılamalarını yansıtıyor. Keşke siyaset uleması bu süreci böyle görse ve seçim sonucunu farklı kesimlerin kararlarının bir şekilde rastlantısal yansıması olarak analiz etse. İşin püf noktası da burada niçin siyaset uleması oy dağılımını seçmen tercihi dağılımı olarak değil de, tam tersine, belirli bir sonucu oluşturmaya yönelik seçmen ittifakı gibi gösteriyor? Hiçbir kasıt aramadan ve önyargılı olmamaya özen göstererek bugün bunu tartışmak istiyorum.

Böyle bir tartışmayı kolaylaştırmak amacı ile, bir soyutlama ve genelleme yaparak yürüyelim. Diyelim ki, siyasi otorite başlıca iki düzeyde icraat yapmaktadır. Birinci katmanda, halka yönelik bazı temel hizmetler görülmekte, ikinci katmanda ise, burjuvazi ve özellikle de emperyalizm ile ilişkiler bağlamında politikalar yürütülmektedir. Böyle bir kategorizasyonda birinci düzey hizmetler toplumun her kesimi için anlaşılabilir olduğu halde, ikinci düzey hizmetlerin anlaşılıp değerlendirilebilmesi için toplumun belirli gelişmişlik düzeyde olmasının gerektiği açıktır. Seçim dönemlerinde kaldırım tamiratlarında oy hesabı yapan siyasal erkin, Anayasa Mahkemesi, Danıştay ya da Sayıştay gibi çok önemli yargı organlarının bazı yetkilerini tedricen tırpanlarken hemen hiçbir oy endişesine kapılmadığı bu açıdan acı bir gerçektir.

Şimdi bir iki örneğe bakalım. Bir anayasa yapma sevdasına düştük.”Kurucu Meclis” oluşturmadan, halkın ancak bir kısmının temsil edildiği bir “Kurulmuş Meclis” anayasa yapmaya hem siyasi etik hem de salt hukuk açılarından ne denli ehil olduğu tartışmasına girmeden, halen var olan meclisin tümden bir anayasa yapabileceğine bazı anayasa hocaları da cevaz verebilmiş(!) ve siyasiler de, halkın bir bölümünü yok sayarak, böyle bir komisyon çalışmasına otururken, halkımız bu durumu soyut hukuk açısından değerlendirebildi mi! Bu tartışmalar sürerken, bir de baktık ki, dönemin Başbakan Yardımcısı olan bir kişi ve yeni anayasa taslağını hazırlamada baş role soyunmuş olan bir anayasa profesörü taslağı tartışmak üzere ABD’ye gitti. Bu iktidara oy vermiş olan ittifak halindeki seçmenlerimiz böylesi bir konuya bir hegemon devletin karıştırılmasının ne denli akıl almaz ve kabul edilemez bir mesele olduğunu değerlendirdi mi! Halkımızı suçlamayalım bu durumu ünlü siyaset bilimi hocalarımız ya da anayasacılarımız değerlendirme babında halkımıza anlattı mı! Çıkarını gözeten siyasiler ve avene ulema hiç düşünmedi mi, hukukta usul içerikten önce gelir. Bu ana kurala uymayanlar bugünkü sarmala dolanır. 2004 yılı belgelerini ifşa edeni bugün suçlayan siyasiler, TSK’nın kozmik odasına girmesini sağlayan bavul dolusu evrakı ortaya koyan aynı kişiyi o dönem şükranla selamlamışlardı. Oysa, iki olay da aynıdır!

Seçim öncesi ABD ziyaretleri tavaf kabilinden gerçekleştirilmektedir. Ziyaret üzerine verilen beyanatta da ABD ile görüş ayrılığının olmadığı şeklinde beyanatlar verilmektedir. ABD bir hegemon güç olarak tüm yeryüzünde kendi çıkarı doğrultusunda her türlü politik manevrasını yapabilir, aynı şekilde tüm diğer devletler ya da guruplar da lobi faaliyetlerini sürdürebilir, bunda şaşılacak ve sinirlenecek bir şey yoktur. Ancak sıra cemaat konusuna indirgendiğinde işler değişir. Türkiye üzerine bu kanaldan oyunlar oynanıyorsa, bu durum lobi faaliyeti olarak değil, emperyalizme aracılık faaliyeti olarak görülmelidir.

Kamu hizmetlerinin halkı doğrudan ilgilendiren bölümü genel halkın görüş ve değerleme alanı içindedir. Ancak, diğer faaliyetler halkın günlük yaşamında doğrudan etkili olmadığı gibi genel halkın kısa dönemli çıkarını da etkilemediğinden, toplumun genel görüş alanı, dolayısıyla siyasi değerlemesi dışındadır. Siyaset ulemaları siyasi faaliyetin bu ikili yapısını ve halkın genel konumunu göz önünde bulundurmadan nasıl oluyor da, seçim sonuçlarını, halkımız şöyle karar verdi diye değerlendirebiliyor, anlaşılır gibi değil! Bu dostların birkaç süslü ifade ile soslayarak ortaya koyduğu genel tabloyu zaten hepimiz görüyoruz. Onlardan beklenen bu değil, genelde halkın hangi politikayı algılayıp, hangisini atladığını irdelemektir. Bunun yapılması siyasilerin gerçek devletsel icraatının deşifre edilmesi anlamına gelir ki, bu da burjuvazinin ve emperyalistlerin örtülü hedeflerine çomak sokmaktır. Kabul edelim ki, böyle bir davranış ancak etik sahibi siyaset bilimci ve gerçek aydının işi, ama ulemanın ve ampul aydınının işi ve ilgi alanı değildir!