Farklılığın altındaki benzerlik

1960 darbesine yol açan sosyal kalkış karşısında o dönem hükümetinin tepkisiyle, günümüzdeki toplumsal direniş karşısında günümüz hükümetinin takındığı tavır arasındaki önemli fark derhal göze çarpmaktadır. Deneyimler bazı kazanımlar sağlamış gibi gözüküyor. 28 Nisan 1960 tarihinde başlamış toplumsal kalkış karşısında dönemin hükümeti geri adım atmamış, giderek sertleşerek, ülkeyi 1960 darbesine sürüklemişti. Günümüzde yaşanan toplumsal direnme karşısında ise hükümet stratejik olarak şimdilik ve muhtemelen geçici olarak bir miktar geri adım atmış bulunmaktadır. Taksim’de polis gücünün geri çekilmesi, başbakanın polisin orantısız güç kullanmış olabileceğini (hayret, demek bilmiyormuş!) ve bunun için, gerekirse, tahkikat yapılacağını söylemesi tam anlamıyla aldatma stratejisi olmakla beraber, bu tavır 1960 hükümetinden derece itibariyle farklıdır. Böyle bir manevranın samimiyet derecesini, tahkikat sonucunda İçişleri Bakanı ve polis amirinin görevden alınması ya da istifa etmeleri gösterecektir. Demokrasiyi istenilen yere kadar binilen tramvay olarak görme anlayışındaki bir siyasal kadrodan, siyasal temsil kudreti zayıf bir seçim sistemiyle emaneten devralınmış geçici görevi mutlak irade ve yetki anlayışıyla istismar ederken, toplumsal kalkışları dikkate almasını ve siyasal sorumlulukla davranmasını beklemek ciddi saflık olur. Böyle bir yapı her türlü gündemle ve aldatıcı stratejik manevralarla toplumu meşgul edip, kendisine “misyon” olarak belirlediği hedefe ulaşmada bir sapma göstermeyecektir.

Diğer yandan, 1960 darbesine yol açan siyasal doku ile günümüzdeki siyasal doku arasında tam bir benzerlik söz konusudur. 1960’ta siyasi yaşamı sonlandırılan iktidar da günümüzdeki iktidar gibi halkın büyük bölümünün oylarını almış ve bunun siyasi otoriteye mutlak yetki verdiği zehabına kapılmıştı. O kadar ki, o dönemin siyasi lideri de, günümüzdekini andırırcasına, parlamentoya, istedikleri taktirde şeriatı dahi getirebilecekleri kudreti haiz oldukları zırvasında bulunma megalomani ruh haline bürünmüştü. Günümüzde de, maalesef, “iki ayyaş” -kimlerin kastedildiği çok açık olarak- ifadelerinin ağızlardan dökülmesine tanıklık etmekteyiz. Öyle anlaşılıyor ki, sözü edilen “iki ayyaş”ın eserinin temeline yarım yüzyıldan fazla süredir dinamit koyanlar, günümüzde ulaşılmış olgunlaşma döneminde projelerini yaşama geçirmeye çalışmaktalar.
Halk kalkışları açısından gelişmelere bakarsak, 1960 gelişmesi ile günümüz gelişmesi arasında sıkı benzerlik olduğunu görürüz. Her iki kalkışta da, faşizme giden yolda harekete geçen zinde halk güçlerinin ilk taleplerinin demokrasi görüntüsünün arkasında, devlet kesesinden sadaka esaretine bağlanmış gruplara da özgürlük kazandıracak hedef görülür. Bugünün kalkışı salt ağaç kıyımı ya da doğanın ticari ve rant emellerine tahrip edilmesine karşı girişilmiş bir kalkış değildir, olmamalıdır da. Siyasilerin ve medyanın kasıtlı olarak öne sürdüğü oldukça ucuz ağaç kıyımı gerekçesine fazla tav olmamak, buzdağının altında, emperyalizmin emrindeki siyasal hegemonyanın gölgesinde neoliberal politikaların kıskacındaki insanların acısını ve kalkışını görmek gerekir. Bu kalkışı görmezden gelme ve perdeleme durumunda olan siyasal erkin olayların önlenmesinde her türlü esnek manevraya yatkın olması oyunun kuralı gereğidir. Emperyalizmin misyonu ile halkın ihtiyaçları arasında sıkışmış siyasal erkin başka çıkışı yoktur.

Her iki kalkışa karşı siyasal erkin takındığı politikalar açısından görülen benzerlik ise, misyon gereği, olayların ekonomik sistemle bağlantısının kurulmamasıdır. 1960 kalkışında da günümüzdeki kalkışta da siyasal erkin sorunları yüzeysel görüntüsü ile ele almayıp, kasıtlı olarak sorunların kökenine inmeden kısmi ve geçici çözümle yetinme çabaları olağan benzerliklerdir. Ne acıdır ki, gerçek anlamda kalkınmasını gerçekleştirememiş olup, 1950’lerde ticari emperyalizmin, 1980’lerden beri de mali emperyalizmin pençesinde kanayan ekonomide, buzdağının tepesinde yaşanan siyasi sorunlar ana sorunu ve gidişatı perdeleyebildiği gibi, emperyalizmin işine gelen kısmi adımlar üreterek ekonomik çözümü de engelleyebilmektedir.

Doğal kaynakların siyasi görüntü altında aslında ticari emellerle tahribi ve yağmalanmasına karşı çıkmak aslında sistem mantığına karşı çıkmaktır. Polisin bu denli saldırgan davranması ise, sistemi, daha doğrusu sermayeyi ve siyasi kişilerin üzerine üşüştükleri rantları korumaya yöneliktir. Bu süreç piyasa değeri olmayan tüm kaynakları piyasa işlemine çeken neoliberal politikaların doğal sonucudur.
Neoliberal politikalarda emeğin kısmi istihdamı, iş cinayetlerine yol açan çalışma koşulları, sosyal güvenlik sisteminin özelleştirilerek kamusal boyutunun eritilmesi ve benzeri uygulamalar hep aynı doğrultudaki politika felsefesinin sonuçlarıdır. Şu hale göre, ayrı ayrı politikalara saldırmak yetersiz kalmaya mahkum olduğundan, topyekün sistemi hedeflemek gerekir. Böyle bir mücadelede sömürücü piyasa ilişkisi karşısına insan hakları koyulduğu derecede, demokrasi mücadelesi sistem mücadelesi ile, emekçi mücadelesi de Kürt mücadelesi ile iç içe geçer. Hal böyle olunca böyle bir mücadelenin amacı emperyalizmin ve sermayenin izin verdiği kadar nefes alanı açmak değil, emperyalizmin ve sermayenin boyunduruğundan kurtularak halkların özgürlüğünü hedeflemektir.