Demokratikleşmek bu mudur?

Cenaze törenleri bana çok şey ifade eder. Törene katılanların sayıları, mevki ve makamlar, bağlı oldukları kurumlar ya da ilişkileri, ölen kişinin yaşamları boyunca belki de hiç bilinmeyen örtülü ilişkilerini ortaya koyar. Ölen bir profesör ya da bir medya mensubunun cenaze törenine, olağan haller dışında, devlet erkanından ya da cemaat kesiminden yahut sair herhangi bir belirgin örgütten katılımı, katılanların ölen kişiye karşı besledikleri saygıdan çok, geçmişteki işbirliklerinin şükran ve minnet ifadesi olarak algılarım.

Analoji yoluyla demokratikleşme paketi hakkında da bir yorum yapabiliriz. İçinden, net olarak sadece türban ve dolaylı anlamıyla, andımızla ilgili iki hususun çıktığı demokratikleşme paketinden memnun olan kesimin başında sermaye çevreleri geldi. Sermaye kesiminin paketten memnuniyetini, emek kesiminin memnuniyetsizliği şeklinde okumanın gerekli olduğunu düşünmekteyim.

Bayram üzeri emekçileri üzmek istemem ama onları da kimlere ya da nerelere havale etmeliyim ki? Kıdem tazminatı geçmişte olduğu kadar özellikle de şimdilerde önemli bir tartışma konusudur. Tazminatın havuzda toplanması vb. gibi sermayenin elini rahatlatacak bir dizi önlem geliştirilmeye çalışılırken Başbakan, emekçilerle sermayenin uzlaşmasını önerdi ve uzlaşma sonucunda oluşacak kararın kanunlaştırılabileceğini ifade etti. Akıllara durgunluk verecek bir demokratik öneri! Peki, işsiz kalan, her ay onlarcası iş cinayetlerinde ölen, buna rağmen ancak cılız ses verebilen emekçiler Başbakan’ın bu önerisi karşısında şunu niçin demedi ki: “Sendikaya yazıldığımız zaman, ertesi gün kendimizi kapıda buluyoruz. Bir kısmımız da bizzat iktidar yanlısı sendikalara üyeyiz ve partinize oy veriyoruz. Bu koşullarda size oy vermemizin sebebi (eğer öyle ise!) korunmaktır. Bizi sermayenin önüne atacağınıza, siz iktidarın başı olma gücü ile sermaye karşısında bizim haklarımızı koruyup, ona göre yasa yapın.” Emekçiler bunu diyemedi! Böylesi üzerine ölü toprağı serpilmiş bir toplulukta, demokratikleşme paketinin yeri ve işi ne?

Herhangi bir gün herhangi bir gazeteyi açtığımızda bir çaresizlik manzarası ile karşılaşıyoruz. Örneğin, 12 Ekim Cumartesi günkü Cumhuriyet gazetesinin üçüncü sayfasında “Cambaz Değiller” başlıklı haberin altında, Muş’un 45 km uzağındaki Altıova beldesinin ortasından geçen Çaksor deresi üzerindeki 80 santimetre genişliğinde ve 18 metre uzunluğunda iptidai bir tahta köprüden geçmeye çalışan öğrencilerin resmi ve bununla ilgili haber var. Umuyoruz ki, ileride bir zaman buralarda da yollar ve bir padişahların isimlerinin verildiği uygun köprüler yapılır ve çocuklarımız daha insani koşullarda okullarına giderler. Bu haber üzerinde kafa yorarken bir de bakıyorsunuz ki, ABD’de ufak bir yerli kabile içme suyu ve okuma koşullarının iyileştirilmesi için Türkiye’ye başvurmuş ve hükümetimiz de fevkalade alicenap bir davranış göstererek, (tıpkı Türkiye’deki gibi!) din, dil ya da ırk ayırımı yapmadan hemen ABD’deki bu insanların yardımına koşmuş. Buna da ne demeli ki? ABD’deki ufak bir yerli kabilesi dünyanın her yerine ordusu ile kafa tutabilen, Türkiye’yi de eş başkanlık misyonu ile yanına alarak kutsayan ABD yönetimini bir tarafa koymuş, yeryüzünde nerede olduğunu dahi bilmediği Türkiye’ye başvurmuş. Bu kabilenin aklına Türkiye’yi kim sokmuş olabilir ki!
Aşiretlerin hüküm sürdüğü yörelerde oylar halkın kendi çıkar, karar ve iradesine göre değil aşiret reisinin çıkarına ve kararına göre gerçekleşir. Buna ne kadar demokrasi diyebilirsek, bir ülke sathına yayılmış cemaatleşme ortamında verilen oyların demokrasiyi temsil ettiğine de ancak o kadar itibar edilebilir. AKP cemaatleşme tabanına oturduğu derecede toplum ikili baskı altına, hükümet-cemaat çatışmasının yaşandığı durumda da ülke çatışan iki merkez tarafından baskı altına alınmış olur.

Tartışmaya dahi mahal yok ki, hiçbir koşulda demokratik bir ortamdan söz edilemez. Böylesi tek aşiret ya da aşiretler çatışması benzeri örgütlenmelerde artık sandık da fazla bir şey ifade etmez. Böylesi bir ortamda, ne halkın özgürlüğünden ne de sandık demokrasisinden söz edilebilir. Bu yapılanma, ister iktidarın dağıttığı bulgur vs. ile ister tehdit ya da şantajla, ister istihdam koşulları “bizden” ya da “bizden değil” anlayışına göre şekillendirilsin, işler yürüyor gibi görülür, sandıkta oylama da yapılır, ama demokrasiden söz edilemez.

Demokratikleşme ne yasayla ne de paketle olur. Hele de kimsenin görüşü alınmadan, toplum kesimleri ya da temsilcileri ile birlikte hazırlanmamış bir demokratikleşme paketi, usul hatası taşıdığından, yoklukla maluldür. Demokratikleşmenin birinci maddesi, despotizm olarak nitelenen bir birey ve cemaat yönetiminden çıkmaktır. Bu koşul sağlanmadıkça yönetim demokratik değildir, olamaz. Usul ve esas bir yana, hemen hepsi basit yasa, yönetmelik, hatta yerel yönetimlerin inisiyatifleriyle yapılabilecek maddelerden oluşan bir öneriler yumağını, “demokratikleşme paketi” ile yaftalayarak tantanayla ilan etmenin tek anlamı, “ben hakimim, ben yaparım” mealinde, bizatihi zihniyetin demokratik olmadığıdır.