Demokrasi yitimi esarettir

Politika ve siyasetin işleyişinin analizinde ortaya saçılan olaylara yoğunlaşarak çözümlemeye yönelmek, resmin bütününü görmeden bizzat olaya hapsolmaktır. Resmin bütününü görebilmek için etrafa saçılan olayların ya da politikaların örtülü gerekçelerini irdeleyerek ana yürüyüşü izlemek gerekir. Bunun için de, bilimsel hipotezlerde olduğu gibi yanlışlanabilir kuralını gözeterek, hiç çekinmeden komplo yaklaşımına başvurulabilir. Bu yürüyüşte, önümüze atılan olay ya da oluşumların iç dünyasına girmeden, dışında kalıp olay ya da oluşumun nasıl bir yürüyüş hedeflemesinin durakları olduğunun saptanması söz konusudur. Algımızı yöneten sürece eğildiğimizde şunu görüyoruz. Önce başkanlık sistemi önümüze atıldı, konumuzu aldık, anlamaya çalıştık, hatta ülkeler üzerinde akıl almaz gezintiler yapıp çeşitli başkanlık sistemlerini enine boyuna tartıştık. Bu dersi bitirir bitirmez bu kez de laiklik dersine koyulduk. Yine çeşitli alanlarda gezindik, laiklik-sekülerizm farklarını, dipnotlar vererek açıkladık vs..vs.. Şimdi de büyük hocamızın ulvî makamdan ayrılıyor-kovuluyor olması meselesini tartışıyoruz. Dikkat edilirse, hep bize verilen dersleri, bütünden izole parçalar halinde içerik ve tanımlamaları ile tartışıyoruz. Oysa yukarıdan önümüze sürülen derslerin içeriklerinden çok, onların araçsal yönlerini ve hangi amaca hizmete yönelik olarak ileri sürüldüklerini tartışmadığımızdan oluşumu ya da hedefi bütünselliği içinde algılayamadan, “nokta görüş körlüğü” ne hapsoluyoruz. Tuluatı yöneten meddahın tam da istediği budur. Son kertede Davutoğlu’nun sistem dışına itilmesi de, Davutoğlu meselesini fersah fersah aşan, ülkenin diktatörlüğe sürüklenişi durağını da geçerek, ulusal bağımsızlık ya da esarete sürüklenme aşamasına getirilmesinin tartışılmasını gerektirir. Bu tartışmada görülmesi gereken, Türkiye’nin bu duruma sürüklenişinde siyasetin en üstten en alta kadar her kademesinde yer almış olan siyasiler kadar çeşitli toplumsal kademelerde çıkarını güden, cehaleti içinde kaybolan ve “nokta görüş körlüğü” basiretsizliği ile davranan her birey ve/veya örgütün de affedilemez günahı olduğudur. Davutoğlu da bunların kesinlikle dışında değildir, hatta en yukarılardadır.

Anayasa düzeninde yasal başkanlığa geçmeden fiili emir-kumanda sistemi ile yönetilen Türkiye’de işlerin sarpa sarma aşamasında herkes çıkar/korunma dürtüsü ile yerini belirlerken ülke üzerinde ciddi esaret ağı örülmektedir. Bugünkü sistemde kimsenin gidişata karşı çıkamaması, her alanın kapatılarak tek merkezli emir-kumanda sisteminin oturtulmaya çalışılması, ülke içinde yarattığı sıkıntılara karşın, emperyalistlere fevkalade elverişli olanaklar sunmaktadır.

Önce şöyle bir dünya düzenine bakalım. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veto hakkı olan beş büyük devlet bizler gibi küçükleri adam yerine koymamaktadır. Bu durum, söz konusu devletlere mutlak söz hakkı veren güç ve hâkimiyettir. Irak’a girmek isteyen ABD Irak’ta nükleer bomba yapım merkezleri var diye uzaydan çekilmiş olduğu ileri sürülen belli-belirsiz bazı resimleri gösterdi ve ordusu ile memlekete girerek ülkenin altını üstüne getirdi. İşgal sonrasında Irak’ta bomba imal merkezi olmadığı görüldüğü halde, başlangıçtaki yalan için Irak’tan da diğer uluslardan da özür dileme külfetine girilmedi. Büyük devlet tavrı!

    Yönetsel otoriteyi bir ulus içine yerleştirdiğimizde, hele de bu ulus bir tür çevresel konumlu ülke ise durum vahamet kazanır. Söz konusu çevresel konumlu ülkenin coğrafî konumunun önemi, merkez egemenin dikkatini çekeceğinden, içerideki diktatörlük uluslararası egemen güç tarafından, sahte demokrat görünüm ve eleştirilen altında, hem desteklenir hem de pohpohlanır. Diktatör olma heveslisinin etrafına bizzat onun dahi algılayamayacağı danışman kılıklı ajanların yerleştirilmesi neticesinde ise egemen güç o ülkede mutlak yönetim gücünü eline geçirmiş olur. Dostluk ya da ittifak görüntüsü ile güdülen diktatörün ülkesi böylece uluslararası alanda ulusal hâkimiyetini yitirmiş ve egemen merkezin hâkimiyetine girmiş olur. Ülkesel diktatör kişisel güvenlik amacıyla kendi milis gücünü oluşturmaya yeltense de, asıl olan egemen güce sığınma ihtiyacının egemen tarafından algılanması ve bu algılamanın ülke üzerindeki hâkimiyetin daha da artırılacak şekilde kullanımına yol açmasıdır. Uluslararası güçlerin pohpohlaması ile gözleri kamaşan mikro diktatörler farkında olmazlar ki, uluslararası gücün karşısında en iyi kalkan bilinçli halkları ve yetkili ve bağımsız anayasal kurumlardır!   

Türkiye gibi çevresel konumlu ülkelerde yükselen diktatörlerin yükselmeleri ve iktidar süreleri kararsız denge niteliğindedir ve egemen ülke açısından araçsal geçiş dönemi olarak algılanır. Sömürülmeye aday ülkelerde demokrasi egemen güç tarafından sözde desteklense de özde istenmez. Egemen güç sömüreceği ülkede yüksek yargı organlarının, parlamentonun ya da üniversite veya basın gibi kamuoyu oluşturabilecek organların “kendi işleri”(!) olarak nitelenen genellikle iç işler dışında ilgisiz, yani egemenin menfaat alanlarına ve bu alanların içteki gözetici diktatörün hareket serbestisine karışmalarını kesinlikle istemez. Mikro diktatörün anlayamadığı gerçek şudur ki, uluslararası egemen gücün istemediği ve köreltmeye çalıştığı söz konusu ülke içi demokratik karar unsurları uluslararası güce karşı ülke yöneticisini korur ve bu işlevini yerine getirirken aynı zamanda da ülkenin görece bağımsızlığını ve özgürlüğünü sağlamış olur. Kısacası, başta parlamento ve yargı organı olmak üzere tüm çevre dokuyu baskılayarak yükselen bir çevre ülkenin mikro diktatörü kararlarında egemenin etkisinde olacağından ülkesinin bağımsızlığını ciddi olarak tehlikeye atmış olur. Bu nedenle, halkın iradesi ve gücü siyasilerin önünde dünya egemenlerine karşı görünmez bir siper ve koruyucudur. Başka bir deyişle, siyasi kararlardan halkın ve demokratik kurum ve kuralların baskılanması, salt ülke içi demokrasinin çökertilmesinin değil, uluslararası arenada ülkenin bağımlılığa sürüklenişinin de net göstergesidir. Bu durum, yaratanları içinde boğacağı, dönüşü olmayan bir trajedidir.

Dünya egemenliğinin oluşumu ve bu oluşumda çevre ekonomilerinin baskı altına alınarak oralarda demokrasi dışı doku ve despotik güçlerin oluşmasının çok temel bir sebebi de kapitalizmin girdi-piyasa ihtiyacı ve böylece yaşam süresini uzatma zorunluluğudur. Ancak, günümüzde küreselleşen dünyanın bir gecede insancıl bir sisteme dönüşeceğini tasarlayamayacağımıza göre, bu cehennemde ülke içini kurtarmak ve kotarmak durumundayız. Bu bağlamda, tartışmalarınızı salt siyaset alanına hapsetmeyip, siyaset arenasını oluşturan ve besleyen ekonomik alana taşımak ve karşımıza çıkan tek merkezli emir-kumanda siyasetinin, bunun payandaları olan gericilik ve halkın samimi duygularını aşındıran dinciliğin iç siyasette olduğu kadar, uluslararası ilişkilerde de çöken kapitalist sistemin sürdürülmesindeki araçsal rollerinin irdelenmesine yönlenmeliyiz.