Demokrasi talepleri karşısında silahlanma ve savaş savı

Büyük devletlerin dünyayı paylaştığı cehennemde çevresel devletler kendi avuç içi kadar bölgelerinde birbirini boğazlamaya soyunuyor. Halkımızı silahlanmaya çağıranlar, akla ve mantığa karşı silahı, taleplerini siyasete yansıtmak isteyenlere karşı kaba kuvveti çıkarıyorsa ülkemiz bir iç çatışmanın eşiğinde demektir. Böylesi vahşi ortamda kimin kimi boğazlayacağı belli olmaz ve hepimiz bu küllerin içine gömülürüz. Tarihin göstermiştir ki, bir şekilde iktidara gelmiş olan siyasal erk dikta rejimine soyunurken, kendisine destek verecek tabanda homojen yapılanmayı gerçekleştirebilmek için daimi çatışma yolu ile yandaşlarını tahkim, karşıtlarını ise dışlama ve ezme politikası izler. Kısacası dikta rejimlerinde karşıt fikir yoktur, yandaşa karşı sadece ezilmesi ve susturulması gereken düşman vardır. Korkuya ve paranoyaya dayalı böyle bir yapılanmada dostun dahi sadakatine güven olmadığından toplumsal şiddet gündemden düşürülmez.  

İçte çatışma oluşturma gayreti, elverişli koşullarda, dış çatışmalarla da beslenir. Bunun tipik örneği, tabii ki Hitlerdir. Günümüzde Ortadoğu karmaşası, maalesef, iktidara böylesi bir çamur ortamı sunmaktadır. Ne var ki, ortam tam bir çamur deryası olduğu gibi, bu çamurda yiyecek arayan timsahlar da gerek kantite gerek politika feraseti itibariyle Türkiye’yi fersah fersah aşan niteliktedir. Siyasi erk, 2012 yılında iktidara geldiğinde uluslararası alanda yüklenmiş olduğu misyonu yerine getirememiş olmanın telafisi ve heyecanına kapılan iktidar yeni misyonlara soyunurken, bu durumu iç politika aracı olarak kullanıp, bir yandan siyasi yaşamını uzatmak, diğer yandan da başkanlık ham-hayallerini canlandırma hevesine kapılmış bulunmaktadır. Bu hızla, Musul yetmedi, bir de günümüz koşullarında gerçekten komik kaçan, Lozan ve sınırlar gündeme taşınmaktadır. Bir zamanlar, Türkiye’nin bu hali ile yaşamını sürdüremeyeceği, ya küçüleceği ya da büyüyeceği gibi bir düşünce topluma enjekte ediliyordu. Belki de bu tezi yaşama geçirme hevesine kapılmış olan iktidar sınırları sorun haline getirmeyi yeğlemiş olabilir. Sınırları büyüterek yeni ulus-devlet oluşturma tezi günümüz koşullarında ve Ortadoğu üzerinde oynayan timsahlar cehenneminde gerçekleştirilemez. Böyle bir politika bir büyük devletin ajanlığı altında da mümkün olamaz, zire diğer büyük devlet ya da devletler buna karşı çıkar. ABD’nin büyük müttefiki İsrail’in yıllar boyu “vadedilmiş topraklar” macerası ortadadır. Yıllara sâri olabilecek bu çılgın macera ancak bir büyük devletin patronajı ve onun ajanlığı misyonu ile büyük kayıplarla ve geçici olarak yaşama geçirilebilir. Bu bölgede yüklenilecek ajanlık misyonu, farklı büyük devletlerin çıkarları ve bölgesel mezhep çatışmaları nedeniyle mutlaka çatışma ve yıkım getirir.

Türkiye, hayali olmakla beraber, Ortadoğu’da çok önemli bir siyasi görev yüklenebilir. Bu siyasi görev bölge halklarını eyaletler halinde bir federe devlet yapısında bir araya getirmekle olabilir. Türkler, Kürtler, Ermeniler, Araplar kendi bölgelerinde eyalet yapısı içinde bir tür Ortadoğu Federal Devletini oluşturabilirler. Ancak, böyle bir federal devlet yapısı günümüz koşullarında ve bölgesel farklılıklar nedeniyle kapitalist sistem içinde değil, sosyalist sistemde olanaklı olabilir. Bir yandan bölge halkının sosyo-ekonomik yapısı, diğer yandan bölgeye hâkim olan büyük güçlerin çıkar ve politikaları nedeniyle bu proje için ufukta bir ışık görülmemektedir. Kaldı ki, bizzat Türk halkı da, sosyolojik yapısı ve ekonomik ajandası itibariyle böyle bir projeye hazır değildir.

O zaman siyasi iktidar niçin sınır meselesini kaşıyor. Roma İmparatorluğunun kapsam alanına İstanbul’un da girdiği ileri sürülerek, bugün yeni bir arazi paylaşım düzenlemesi yapılabilir mi? İstanbul’un Roma İmparatorluğu dışında kalması ile Suriye ve Irak’ın Türkiye Cumhuriyeti kurulurken ülke sınırları dışında kalması farklı güç veya siyasi manevralarla oluşmuş olabilir. Ancak, geçmişe göre bugün hesaplaşmaya girişmek tüm ülke sınırlarını değiştirebileceği gibi, kaldı ki, Osmanlı bir imparatorluk idi, Türkiye Cumhuriyeti ise bir ulus devlet olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Hatta bundan dolayıdır ki, Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’na kesilen tazminattan sadece sınırlarımız ile sorumlu olmuştur. Görülüyor ki, konu, geçmişle ilintilendirilmesi açısından da günümüz koşulları itibariyle de çok iltisaklı, hatta olanaklı olmayan bir meseldir.

Meseleyi gündemi değiştirmek ya da taze tutmak amaçlı olmaktan çıkarıp, gerçekçi konu olarak ele alırsak, çok vahim bir durumla karşı karşıya olabileceğimizi görebiliriz. Fetullah Gülen’in dünyanın dört bir bucağında okullar açması nasıl emperyalist güç adına yürütülen bir görev idi ise, Türkiye’nin de var olan koşullarda sınırlarını genişletme hevesinin böylesi bir görev olabileceği düşünülebilir. Ortadoğu bölgesinin felah bulmaz kargaşasının Batılı emperyalistlerin işine geldiği açıktır. Bu alt-üst oluşumda güçlü bir maşa kullanmanın yararı da açıktır. Bu kargaşadan yararlanmak isteyen siyasi iktidar amacında ciddi ise, bilerek veya bilmeyerek, ülke halkının birliği ve yararı aleyhine emperyalistlerin sözcülüğünü yapıyor demektir