Demokrasi olmadan cumhuriyet olmaz

Cumhuriyet’in doksanıncı yılını kutlarken “Cumhuriyet” olgu ve kavramı üzerinde bir kez daha düşünmek zorundayız. Cumhuriyet özgür “cumhur” topluluğunun yönetimi olarak tanımlanırsa, bugün bu konuyu daha bir derinden ele alıp düşünmenin, gerektiği durumda da gerçek cumhuriyet rejimini oluşturmak üzere siyasi tavrımızı belirlemenin gerekliliğini görürüz.

Cumhuriyet, en temel anlamı ile halk idaresi ya da halka yönelik idare olarak algılandığında, önce halkı oluşturan bireylerin kümelendirilerek güdülendirilen varlıklar olmayıp, kendi özgür iradesi ile kararını vererek ekonomi ve siyasetin her aşamasında bizzat ya da temsilcisi ile kararlara katılan özgür bireyler olması gerekmektedir. Oysa, içinde yaşadığımız toplumda iç ve dış koşullar böylesi bir oluşuma elverişli değildir.

Bireyin özgürlüğünü tehdit etmenin de ötesinde, kaldıran en temel iç koşul sermaye mülkiyet biçiminin oluşturduğu kâr dürtüsünün ekonomik sürecin her aşamasında bireyi çevreleyerek, davranışlarını denetleyip, sınırlamasıdır. Devlet denen aygıtı da yanına alan sermaye, emek gücünü ve tüm toplumu, üretim aşamasında fiziksel, dağıtım aşamasında ekonomik ve tüketim aşamasında da piyasa dokusu olarak sömürerek, hem bireyin hareket alanını daraltarak sınırlamakta hem de daralan alan içinde tüm davranışlarını kendi çıkarı lehine denetlemektedir. Böylece, toplumu ve bizzat kendi davranışlarının özgür olduğunu sanan birey aslında sermaye dokusunun hakimiyeti altında ve sınırlı bir alanda yaşamını sürdürmeye zorlanmış olmaktadır. Kendisine bırakılan çok dar alan içinde tercihini yapabilen birey, özgür davrandığı zehabına kapılan birey, ne toplumsal tasarrufun hangi alanda ve nasıl kullanıldığına, ne yaratılan değerden ne kadar pay almasına gerektiğine, ne de kamusal kararların ne yönde oluşacağına karar verebilmektedir. Rousseau’nun “sosyal anlaşma” teorisi doğrultusunda karşı koyamayacağı saldırılardan ve tehditlerden korunma endişesi ile topluma giren birey, bu kez algılayamadığı sermayenin ve onun hizmetindeki devletin saldırısına maruz kalmaktadır.

Sermayenin saldırısı devlet aygıtı ile “el koyma” biçimine dönüşürken de yanlış algılama ile malına dahi sahip çıkamayan birey, işin ilginci bunu algılayamamaktadır dahi. Halkın birikimleri ile kurulmuş olan devlet işletmelerinin özelleştirilmelerini, bir ilkel sermaye biçimi olarak algılayamayan birey, böyle bir yağma uygulamasına destek vermekte ve uygulayıcıların yanında olabilmektedir. Kendi malını yönetemeyen birey, cumhur dokusunun bireyi olarak görülemez. Taksim Gezi Parkı olayında “Her şeyi bir adam olarak yapamazsın, benim de karar ve irademe saygılı olmalısın” diye direnen gençlere şiddetle müdahale eden bir yönetim halka ve halkı oluşturan bireye saygılı olarak görülemez. Aynı mantık HES uygulamalarında, ODTÜ kararında ve daha birçok alanda geçerli ise, siyasilerin, sembiyotik kararlarla yönetim anlamındaki cumhuriyetçi anlayışı ve uygulamayı benimsediği ileri sürülemez.

Sermayenin ve onun yanındaki iktidarın dayandığı en büyük toplumsal yağlama ve güdüleme dokusu ise her geçen gün yaygınlaşarak derinleşen tarikat tipi ilişkileridir. Bireyin özel yaşamına müdahaleye kadar derinleşen tarikat ilişkilerinin, bir feodal ya da ağalık ilişkisi benzeri birey özgürlüğünü tümüyle ortadan kaldırdığı görülmelidir. Sosyal politikaların zayıflığından yararlanarak bireyi çevreleyen tarikat ilişkisi içinde yaşamını sürdürme durumunda olan bireyin, siyasal ve toplumsal davranışsal özgürlüğünden söz edilemez.

Tarikat anlayışı, nesil yetiştirme amacı ile gençliği ve gelecek nesilleri tahrip eden eğitim sistemini toplumun üzerine geçiren siyasette de geçerlidir. İleri toplumlar aşamasına ulaşma amacı olması gereken bir ulus, gençlerinin ezberleme-inanma yöntemine dayalı bir eğitimden geçirilmesi, bir bakanın fevkalade yanlış ifadesindeki bilinç-altı ifadesindeki amacı yansıtmaktadır. Cumhuriyet’in emanet edildiği gençliği, sanki bir zamanlar siyasetçilerinin söylediği Batı kültürü zehirlemesinden kurtarmayı amaçlayan şimdiki siyasiler, muti robotlar yetiştirerek, bu kez Batı’nın emrine sunmayı hedeflemektedir. Robotların ise Cumhuriyet’i yoktur. Böyle bir yaklaşım, ancak Cumhuriyet dokusunun içini boşaltarak, bilinçsiz bir robotlar toplumu yaratmaya çalışan despotların işi olabilir!

Siyasal yapı, halkı Cumhuriyet’in temel taşı olmaktan çıkararak, dokunun içini boşaltırken, farkında değil ki, canavarlaşan emperyalizme, iradi olarak işbirliği yapmak niyetinde değilse bile, yenik düşmektedir. Halka dayanmayan hiçbir iktidar dış güçlerin baskısına dayanamaz. Halkı ezerek, tek adam siyasetini hedefleyerek, halka dayanılamayacağı gibi, halk da tek adam rolüne tepki göstermeyip, yapılan baskılara boyun eğerse, topluma yararlı “Cumhuriyet Yönetimi” dokusunu oluşturamaz.

Küreselleşen dünyada sermaye mülkiyet biçimine müdahale etmeden, ne sermayenin ve onun emrindeki devletin ve bunların sosyal baskı organı olan tarikatların üstesinden gelinebilir ne de burjuvazi, tarikat ve devlet kanallarından toplumu hakimiyeti altına alan emperyalizme karşı gelinebilir. Kültür farklılığımızı bir zenginlik olarak yaşayabilmenin, birbirine saygılı topluluklardan oluşan birliği oluşturmanın yolu da, bir araya gelemediğimiz Taksim ruhunu diriltip, güçlü dayanışma ile insan gibi yaşam ortamı olan sosyo-ekonomik sistemi elbirliği ile kurmamızdır.

Toplumun üzerinden bu kabusun kalktığı ve aydın-bireylerden oluşmuş gerçek Cumhuriyet toplumuna ulaşmamız temennisi ile!